Kayaları döven dalgaların sesiyle irkiliyor. Bakışlarını etrafta gezdirdikten sonra, altında oturduğu ağacın sallanan dallarına bakıyor bir müddet. Yere düşmekte olan birkaç sararmış yaprağı takip ediyor. Ölümünü izliyor yaprağın. Yok olup gidecek bir yaprağı eline alıyor; yakından inceleyip tekrar yere atıyor. Hiçbir şey hissetmiyor, ne yaprağa karşı ne de hayata. Ayağa kalkıp denize doğru yürüyor. Gelip geçen bir iki kişiden başka kimse yok. Eline bir taş alıp denize doğru fırlatıyor. Az önce elinde tuttuğu şeyin denizin dibini boylayışını ve gözden kayboluşunu düşünüyor.
Elini, boğazındaki yara izinin üzerinde gezdiriyor. Yüzündeki ifadeyi saklama ihtiyacı hissetmeden, üç sene önceki olayı hatırlıyor. Geçmek bilmiyor. Hiçbir zaman da geçmeyecek. Atamıyor zihninden. Normal yaşantısına devam etmeye niyetlense bile, etrafındakilerin suçlayıcı bakışları karşısında boğulacak gibi oluyor. Yaşadığı vicdan azabı, her geçen zaman daha dayanılmaz oluyor; hayatın, artık kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğini düşünüyor. Sırtını denize dönüp kollarını açıyor, sanki denizi son kez kucaklamak ister gibi. Geriye doğru adımlıyor yavaş yavaş. Sırtını ölüme dayayıp bırakıveriyor kendini dalgaların arasına. Çırpınacağını biliyor. Doğal bir durum bu. İnsan, acı çekerken çırpınıyor. Yaşarken de çırpınıyor zaten.
Gözden kaybolduğunda, kimsecikler yok etrafta. Sadece bir köpek kıyıya yaklaşıp şahit olduğu olaya bir iki havladıktan sonra, yoluna devam ediyor. Dibe doğru battıkça, gökyüzünün ışığının yavaş yavaş kaybolduğunu görüyor. Uzanacak eli bekliyor gibi. Altı yaşındayken kazayla düştüğü denizde yavaş yavaş batarken, uzanan kuzeninin elini anımsıyor. Nasıl da çekip kurtarmıştı kendisini. Ölümüne sebep olacak kişiyi kurtardığını bilseydi, yine de yapar mıydı bunu?
Burak, anne ve babasını, daha küçük yaştayken kaybetmişti. Hayal meyal birkaç görüntü kalmıştı sadece aklında. Dayısın sahiplenmesiyle ortada kalmaktan kurtulmuş olsa da, yaşadığı zorluklar ve sevgisizlik, keşke sahiplenmeselerdi diye düşünmesine neden oluyordu. Kötü anılar biriktirmişti hep, daha küçücük bir çocukken. Dayısıyla yengesinin kendi çocuklarına gösterdiği sevgi, onda büyük bir eksiklik olarak belirmesine neden olmuştu. Zaman zaman da psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalması, zorlu geçen yılların başlangıcını oluşturuyordu. Derdini döktüğü tek kişi, kuzeni Serdar’dı. Kardeş gibi büyümüşlerdi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş, iyi ve kötü günde birbirlerine hep destek olmuşlardı. Aynı okula gitmişler; hatta aynı sınıfta, aynı sırayı paylaşmışlardı. Aralarını bozacak hiçbir olaya müsaade etmemişlerdi. Yıllar geçmiş, ikisi de yirmili yaşlarında genç birer delikanlı olmuşlardı. Aralarındaki bağ daha da kuvvetliydi artık.
Ama aynı kıza sevdalanacakları kimin aklına gelirdi ki? Mahalleye yeni taşınan komşularının kızı Selin’i daha ilk görüşlerinde, ikisinin de nutku tutulmuştu sanki.
Katatonikleşmiş iki beden, hipnoz olmuşçasına Selin’in çehresiyle dolduruyorlardı gözlerini.
Birkaç gün sonra iki kuzen buluştuklarında, Serdar, Selin’le beraber olduklarının haberini vermişti Burak’a. Ciddi düşündüğünü ve çok âşık olduğunu söylediğinde, Burak beyninden vurulmuşa dönmüştü âdeta. O günden sonra, Burak’ın düşünce ve davranışları bambaşka bir hal almaya başlamıştı. İçten içe kıskanıyor, üzülüyor ve hislerinin nefrete dönüşmesini izliyordu. Kurduğu hayalleri Serdar’ın gerçekleştirecek olması ve gözlerinin önünde yaşanan bu aşka saygı duymayı denese de, gönlüne söz geçiremiyordu. Eski neşesini kaybediyor, gittikçe uzaklaşıyor, kuzenine olan sevgisinin nefrete dönüşmesine engel olamıyordu.
Bu durumu kabullenmek istemiyordu. Çünkü bir yanılgının içinde olduğunun farkında değildi. Selin’in kendisine âşık olduğunu hissediyor, hatta bu durumu gerçekmiş gibi kabul ediyordu. Aklına takılmıştı, Selin’in kendisine gülümsemesi. “Beni seçmeliydi,” diyordu, Selin’i her düşündüğünde. “Belki de pişmandır, Serdar’la birlikte olduğuna. Bana deliler gibi âşık, bunu biliyorum. O gülümseme, tokalaşırken bana geçen sıcaklığı... Bunu itiraf etmesine yardımcı olmalıyım.” Dilinden bu sözler döküldüğünde, elinde tuttuğu Selin’in resmine gülümseyerek bakıyordu.
Kuzeni her aklına geldiğinde, nefret duygusu katlanarak artıyordu. Bu duygunun nasıl bu kadar büyüdüğüne anlam veremiyordu. Beraber büyüdüğü kuzenini kaybedecek olması, Selin’e olan aşkına yenik düşüyordu. Serdar’la Selin’in her buluşmasında onları gizli gizli izliyor, onların mutlu görüntülerinin gerçek olmadığını düşünüyordu. Her gün bu duygu durumunu yaşıyor, Selin’in kendisine olan aşkının, kendi duygusundan daha yoğun olduğu sonucuna varıyordu. Çünkü Selin’in, kendisine âşık olduğu halde, Serdar’la zorunlu bir birliktelik yaşadığını düşünüyordu. Kızın kendisine âşık olduğu düşüncesini her fırsatta kendine telkin ediyor ve Selin’e duygularını açacağı zamanı bekliyordu.
Bir sene bu düşüncelerle boğuşan, çıkmazların içinde kaybolan ve nasıl bir yanılgının içinde olduğunun farkında olmayan Burak, fırsatını bulup Selin’le baş başa kaldığı bir gün, her şeyi itiraf ediyordu:
“Ne zaman bitireceksin bu sahte sevgililik oyununu?”
“Ne oyunu, Burak? Anlamadım ne demek istediğini?”
“Bana âşıksın Selin. Biliyorum. Ben de seni seviyorum. Serdar’dan ne zaman ayrılacaksın? Yeter artık! Sizi görmek, işkence gibi... Sana da öyle gelmiyor mu?”
Selin, neye uğradığını şaşırmıştı. Burak’ın yüzüne nefretle bakıyordu. Arkasını döndü ve hızla uzaklaştı. Burak’sa anlamsız boş bakışlarla onun uzaklaşan bedenine bakıyordu.
Ertesi gün Serdar, Burak’ın karşısına dikiliyordu. Burak, bir müddet sessizce onu izledi. Serdar, tüm öfkesini onun yüzüne haykırıyor, o ise anlamsızca, sessizliğin içinde kayboluyordu. Burak’ı yere sermek, Serdar için hiç zor olmadı. Gözü dönmüş bir haldeydi. Çocukluğunun beraber geçtiği, kardeş gibi büyüdüğü biri değilmiş de âdeta düşmanıymış gibi davranıyordu. Cebinden çıkan bıçak Burak’ın boğazında derin bir yara açtığında, Serdar’ın öfkesi suskunluğa, Burak’ın sessizliği ise acıya dönüşüyordu.
Kuzeninin kanlar içindeki bedenine bakan Serdar, korku, pişmanlık ve şaşkınlık duygularını sırtlayıp koşarcasına uzaklaştı.
“Onu öldürdüm!” sözü, Serdar’ın dilinden dökülen son sözlerdi. Evinin çatısından kendini boşluğa bırakırken, ona eşlik eden ne evler, ne gökyüzü, ne ağaçlar ne de kuşlardı. Ona eşlik eden tek görüntü, büyük bir boşlukta, kanlar içindeki kuzeninin acı çığlıklarıydı.
Selin’se sevdiğinin ölüm haberini aldığının ertesi günü, babasının silahından çıkan kurşunla, göğsünde büyük bir ölüm çukuru açıyordu. İki gencin ölüm haberleri her yerde konuşulurken, Burak için daha karanlık günler başlamış oluyordu.
Burak’ın “Ölümü hak eden bendim,” sözü onunla birlikte denizin karanlığında yavaş yavaş kaybolurken, elini boynundaki yara izine son bir kez daha dokunmak için hareketlendiriyor ama başaramıyor.