Kan gölünün eksilmediği yakarışların, feryatların yükseldiği gezegenimiz öldürmeye doymuyor. Her acının sonraki nesillerde yarattığı travmalar insani erdemlerden uzaklaşmaya, kötülüklere sürüklüyor.
Çöplüğe dönüştürdüğümüz, bombalarla donattığımız bu garip, boynu bükük gezegende; fetihlerin, yağmanın, talanın olmadığı dinlerin ölüm sonrasının müjdesi olarak sundukları cenneti oluşturmamızın düşünü görmekten yoruldum.
Ölümlerin, toplu kıyımların bir film izler gibi naklen yayınlandığı, enkazlar altındaki çaresizlerin dualarıyla, beddualarının birbirine karıştığı, bilumum unvanlı zevatın bilgelikleriyle ahkâm kesildiği bu rezil dünyanın acılarını yazmaktan yoruldu iyi yürekli insanlar… Kötülük üretim merkezleri yorulmadı ölüm kusmaktan… Doymuyor habis ruhlar kötülüğe, öldürmeye…
Geleceğini kıyım, katliam üzerine inşa eden veya etmek isteyen insanlığın acımanın ötesinde sefil varlığını anlamakta zorlanıyorum. Her türden tutkunun, ihtirasın, muktedirin yok edildiği bir dünya yaşamı oluşturmak zor olmakla birlikte imkânsız değildir. Kötülerle değil, kötülükle mücadele bizi bu çıkmazdan kurtarabilir.
Bomba yüklü ve infilak ettiğinde kendisiyle birlikte üzerinde yaşayanları da yok edecek bu gezegenden başka gidecek yerimiz yok.
Eşitliğin, adaletin sağlandığı, kararan vicdanların cüzdanlardan çıkarılıp yüreklere taşındığında ışığı daha parıltılı, aydınlık göreceğiz. Her türden şiddetten, dehşetten, vahşetten arındığımızda yaşanılır ve miras bırakacağımız bir dünyamız olacaktır.
Patlama sesleri kulakları sağır edercesine, kıyameti haber verircesine yükseliyordu. Sığınak tıka basa doluydu. Çocuklar annelerine, anneler birbirlerine sarılmış, yaşlılar mahzun bakışlarını kocaman boşluğa bırakmış, sigara dumanlarının avuntusuyla uzaklara bakıyorlar. Çaresiz ve karşılıksız yakarışlar Tanrı’yı yardıma çağırırken, umutların gözlerdeki ışıltısı yerini karanlığın umutsuzluğuna terk ediyordu. Bu cehennemden, ateş topundan kaçıp sığındıkları bu sığınak, öncesinde akıllarına gelmeyen veya hiçbir şekilde uğramadıkları bu mekân bütün sıkıcılığına, boğuculuğuna, kasvetine rağmen sorgulamadıkları hayatlarının kurtuluşunun umudu olmuştu.
Muktedirler arasındaki söz düelloları, bilek güreşleri, güç gösterileri, restleşmeler, tehditler düne kadar onları çokta ilgilendirmiyordu. Sorgulamadıkları, karşı çıkmadıkları o açmazların, çıkmazların bugün hayatlarının ortasına yerleşmesine engel olamadılar. Muktedirlerin hamasî nutukları ruhlarını okşuyor, hoşlarına gidiyordu. Belki de suçluluk duygusuna kapılmalı, bütün muktedirlerin canı cehenneme demeli, sonuçlarının ağırlığını, katlanmak zorunda kalacağı cezalandırmaları, horlanmaları, dışlanmaları göze alma cesaretini göstermeliydiler.
Muktedirlerin zehirledikleri hayatlarımızı onların ellerinden koparıp almalı; hendeklerle, tel örgülerle, duvarlarla, setlerle, gözetleme kuleleriyle, silahlarla birbirinden ayrılan varlıklarımız hiçbir yere ait değilken, her yere ait olmalıydı. Ateş topunun düşmesi öncesinde kendi halinde, sıradan, sessiz bir yaşam sürdüren kocamın, kardeşimin, oğlumun, kızımın, babamın parçalanmış cesetlerini yıkıntılar arasında aramanın veya bilinmez bir yerde kaybolmasının acısını yaşamak istemiyordum.
“Vatan için öldüler, şehitlik mertebesine ulaştılar.“ hamasetini duymak istemiyorum. Ait olmadığım bir dünyadaki bir toprak parçası uğruna ölmek istemiyorum.
Muktedirlerin hamaseti hayatlarımızı mahvederken kendilerine güç, otorite servet olarak dönüyor.
Aynı ülkeyi, şehri, caddeyi, sokağı, apartmanı paylaştığımız ancak birbirimizin varlığından haberdar olmadığımız, acılarla ortaklaştığımız ruhlarımızın karanlığına küçük bir ışıltı olur. Kenetlenmemizi, bütün muktedirlere karşı birleşmemizi, ortak bir dünya vatanı yaratmamızı sağlar. Bilmiyorum; şu anki çaresizlik içerisinde karışık duygular, karmaşık düşünceler arasında gidip geliyorum.
Yaşadığımız anın değerini bilememenin can sıkıntısıyla dönüp bakıyorum hayatıma… Elimizde kalan ve bize sunulan, sonuçlarına acıyla katlanmak zorunda olduğumuz iki şey olduğunu görüyorum; Gurur ve aptallık. Muktedirlerin gururu ile bizim aptallığımız belirliyor kaderimizi, kederimizi… Varlıklarımızı teslim alan muktedirlerin gemlenemez gururlarıyla, sessiz kabullenişlerimizin aptallığı… Bazen Tanrı mertebesine ulaştıracak kadar yücelttiğimiz gururlu muktedirler; pin pon topu gibi istekleri, amaçları, arzuları, ihtirasları uğruna aptallıklarımızı kullanarak savurmaktan çekinmiyorlar. Bireysel dirençlerimizi hamasi nutuklarla boğan muktedirlere karşı ortak bir aptallıktan kurtuluş cephesi oluşturmak zorundayız.
Hayatın anlamı yaşanan andadır. O anı kavramadan, değerini bilmeden, yaşamadan, geçmişin acılarından ders almadıkça geleceğin sırlarına ulaşamayız. Acılarla yüklü geçmişten ders almadan, bugünü sorgulamadığımızdan geleceğin acılarına engel olamayız. Bomba yüklü, zehir yüklü, ölümcül bir hayat geçmişte inşa edildi. Aptalların muktedirler tarafından okşanan ruhlarının emekleri, alın teri ve ölümleri pahasına…
Sığınağımdaki çaresizliğimin haykırışları, feryatları, çığlıkları başka sığınaklara, açık bir hapis haneye dönüştürülen dünyamızdaki aptallara ulaşır mı, bilemiyorum. Ancak ben şiddettin, vahşetin, dehşetin, savaşın yok olduğu, sığınakların kullanılmak zorunda bırakılmadığı bir dünya istiyorum. Geçmişin acılarından, geleceğin kaygılarından uzak hayatın anını güzel yaşamak istiyorum. Bazen zor ancak imkansız şeyler istediğimin farkındayım.
Artık bir geçmişe dönüşen; sokaklarında, caddelerinde, telaşla dolaştığım, vitrinlerine imrenerek baktığım, gece kulüplerinde kaygısızca eğlendiğim, kâffelerinde çayımı, kahvemi yudumladığım, parklarında el ele tutuşarak gezindiğim… Bu kent dışarıda kaldı. Karanlıkta… Ölü bir kent.. Bombaların, alevlerin aydınlattığı bir karanlık kent… Muktedirlerin gururun ateşine sahne olan ve alev alev yanan talihsiz kentler, kasabalar, köyler…
Bu talihsizlik içerinde aptallar ordusu, muktedirlerin hırslarının peşine takılmış, bize ait olmayan bir hayatı feda etmeye hazır birer nefere dönüşmüşüz. Kudüs’ü kurtarma masalına inandırılan milyonlarca aptalın, sefilin döneminin muktedirlerinin peşinden sürüklenmesinin “çağdaş “ versiyonu tekrarlanıyor.
Kutsallaştırılan topraklar ve değerler için kutsal hayatların feda edildiği rezil, arsız, soysuz, acımasız, gaddar bir dünya… Dikkatinizi çekmek istediğim nokta zaman değişse de muktedirlerin sundukları masallar versiyon, biçim değiştirerek sürüyor. Gözyaşının, kanın, ölümün iç içe geçtiği, ancak hiçbir avutucu sözcüğün bu gerçeği değiştirmediği bir dünya… Gözyaşı, kan ve ölümle hayatları körelten, gezegeni cehenneme dönüştüren muktedirlerin timsah göz yaşlarına, üzüntü nutuklarına öfkeleniyorum. Zırhlarla koruma altına aldıkları varlıklarından küçümseyici, alaycı, aşağılayıcı sözler duymanın utancı ve öfkesi.
İnsan olmak, tanrı da olmaktır. Simgeler yaratıcısı insan, tanrılarını yaratırken eş zamanlı olarak, köleliliğinin toplumsal kurumlarını – iktisadı, politikayı, dini… de yaratmış, köleliğine kölelik katmış, sonra, tanrılarıyla birlikte kendini de öldürmüştür.
Savaş tanrılarını yaratan insan, yaşamı değil ölümü kutsayarak, adaklar sunarak rezil, aşağılık yaşamını sürdürür. “Bütün canlılardaki aç gözlülüğün nedeni korku ya da yoksulluktur. “. Muktedir; bu korku ve yoksulluğu hâkim kılmak, olağanlaştırmak için sürekli bireysel kurtuluş örneklerini propaganda eder. Çünkü zaman ve yaşam onun isteği doğrultusunda olağan mecrasında akar veya o öyle olduğunu düşünür. Bunun sonucu olarak kan ırmaklarına, göllerine sessiz çoğunlukları çıkarları uğruna sürmekten çekinmez. Akan kan, çürümeye terk edilen cesetler onlar için küçük ayrıntılardır. Arada sefillerin ruhlarını okşayıcı görkemli gömme ve anma törenleri düzenlemekle ruhları huzura erdirdiğini, öfkeleri dindirdiğine inanır. Ruhları okşanan yeni sefiller cenk etmenin “vatanseverlik “ ve “cennete“ ulaşma düşüyle “düşman ötekileri“ katletmekten çekinmezler. “Vatanseverlik “ ve “dinî duygular “ kötülüğün aracı ve sosuna dönüşmüştür. Utanmazlığın utancına hazır hale getirilen sefiller için silah kuşanmak bir zorunluluktur, sorgusuzca…
Korkuya teslim olan, sinmiş, boyun eğmiş bir toplum her kötülüğe hazırdır. Yapılan kötülükleri kabullendiği gibi, fırsat bulursa kendisi de korkunç kötülükler yapmaktan çekinmez. Asıl olan zulüm edene boyun eğmeden, zalimleşmeden dik, onurlu duruştur. Onurlu insan şiddetin en korkuncu olan savaşı ret eder, barışı savunur. Eşit koşullarda, adaletli birlikte bir yaşamı… Zalim ise zulmüyle çoğalacağını, ömrünü uzatacağı yanılgısına kapılır. Tarihten hiç ders almadığı için zulmünün ebediyetinin onu koruyacağına ve sonraki nesillere taşıyacağına inanır. Ancak, hiçbir zalim sonraki nesiller tarafından anılmaz. Karanlık çöplüklere terk edilen zalim unutulur gider. Öyle olmasaydı o kudretinden azametinden geriye; kendisine baş kaldıranların, zulmüne karşı direnenenlerin sembolleşen isimleri asırlar sonrasına sarkar mıydı ?...
Özgürlük tutkunları ile efendiler arasındaki en önemli fark; kölenin güce ulaştığında, özgürleştiğinde zorbalık illetine yakalanmamasıdır. Zorbalaştığında efendisinden hiçbir farkı kalmaz. Özgürlük tutkunu ve savaşçısı erdemi asla elden bırakamaz, bırakmamalıdır.
Özgürlük düşüne ihanet edip, pişmanlık duyanlar her daim olacaktır. O pişmanlık; bütün onuru ayaklar altına alır, Özgürlük düşünü yok etmeyi amaçlar. Sürekli birilerinin emrinde kendisine ait olmayan bir hayat yaşar. Zamanın tükenişinin farkında olmadan hızla tükenir. Hizmetini sunduğu iktidar – muktedir – el değiştirdiğinde onursuzluğundan yeni şaşmaz savunucusu ve gönüllü fedaisi olur. Her türden rezilliği sergilemeye hazırdır. Ancak; güvenilmez kişiliğinden dolayı hep kuşkuyla bakılır. Dışlanır, ancak dışlanmasını da dert edinmeyecek kadar bozulan kişiliğiyle aslında bir ucubedir. Savaşı ret eden soylu düşünce ve onun savunucuları bu ucubelerle de uğraşmak zorundadırlar.
Doğaya ve zamana tutsak olarak var olan, ancak öleceğini bilerek yaşayan tek varlık olan insanın vahşiliğinin, sadistliğinin ardındaki gizem; tutkuları ve hırslarıdır. Önlenemez tutkuların ve dizginlenemeyen hırsların tutsağına dönüşür. Başkalarının yaşamına tahammül ettiği her anın kendi yaşamında eksilmelere neden olduğunu düşünür. Onları yok etmesinin kendi yaşam süresinin uzamasına yol açacağına inanır. Bunu yalan üretim merkezlerinin gerçekten ayırt edilmeyen yalanlarıyla yığınlara kabul ettirir. Yığınlar bu kötülüklere ortak edildikten sonrası kolaydır. Sefayı yaşayan muktedirler, oluşabilecek sefalete ortak edeceği güçsüz, çaresiz yığınlara fedakârlık öğüdüyle iktidarlarının süresini uzatmayı amaçlarlar.
Muktedir ve onun en üst örgütlenmesi olan devlet; varlığını, gücünü, egemenliğini yalan üzerine inşa eder. Sürekli yalan üretmek zorundadır. Süresi ve etkisi geçenin yerine yeni yalanlar… İktidara göz dikip, ele geçirmek isteyen yeni muktedirler de yalana ihtiyaç duyar. Bu, bir kısır döngü değil, bir realitedir. Devlet denen o azgın, şiddettin üreticisi ve egemeni olan güç ortadan kalkmadığı sürece, yığınların üzerine çöken ve birçoğunun gerçekle arasındaki bağı koparan, o yalan üretim merkezi hep faaliyette olacaktır. Muktedir kliklerinin yer değiştirmesinin anlamı da önemi de yoktur.
Bireysel kurtuluşu, toplumsallığın önüne geçiren düşünsel ideolojinin amacı muktedirler el değiştirse de ömrünü uzatmaktır. Ancak her uzatma çabası sistemin çürümüşlüğüne engel olamadığı gibi kendi karşıtını beslemekten, üretmekten başka bir şeye yaramıyor.
Bunu önlemenin en etkili yöntemi de; ulusal duyguları okşayıcı yalanlarla güç aygıtını harekete geçirip, dikkatleri dağıtmaktan, biriken enerjiyi boşaltmaktan geçer. Yeni mülkler, yaşam alanlarıyla vaadiyle yığınları peşinden sürüklemektir. “Mülkiyetin hırsızlık “ olduğu gerçeğini gizlemenin, örtmenin en iyi, makul aracı şiddetti en üst seviyeye çıkarmaktır. Savaş, bu şiddettin zirvesidir. Yalanlarla masumlaştırılan yığınların özlemlerinden farklı bir alana kaydırılan ahlaksızlığın kitlesel psikolojiye dönüştürüldüğü utanç… İnsanlık bu utançtan payını alarak yoluna devam ediyor.
Kitle iletişim araçlarıyla, dijital sosyal medyanın kirli, kafa karıştırıcı, mide bulandırıcı, bilinçli yayınları muktedirin kontrolünde yalan bombardımanıyla savaşı aklamak, intiharı olumlamak için geceli gündüzlü yorulmadan çalışır. Şiddettin örgütlü, planlı, dehşet saçan en üst seviyesi olan savaşı olumlamak, kocasından boşanmak isteyen kadının katledilmesini onaylamaktır.
Her türden şiddetti uygulayan kendince haklı ahlaksız gerekçeler yaratacaktır. O gerekçeler yoksa da ürettiği yalanlarla gerçek diye yığınlara sunacak ve kabul ettirecektir.
Amaç, daha büyük güce ve servete ulaşmaktır. “Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir. “ gerçeği ise sonraki nesillere bütün çıplaklığıyla akacaktır. Eşitsizlik derinleşecek, derinleşen her eşitsizlik bünyesine aldığı öfke, kin, intikam duygularıyla sonraki yığınların bir kısmında soru işaretleri ve sorgulamalarla tekrar ortaya çıkacaktır. “İnsanın eşitsizliğinin kaynağını etrafını çevirdiği toprakları kendinin kabul ederek, eline aldığı sopayla koruyan ilk insanın “ derinliklerinde gizli olduğunu kavramak zorundayız. Özel mülk tutkusudur, bütün kötülüklerin, belaların, şiddettin, vahşetin, dehşetin, kıyımların, talanların, yağmaların kökeninde…
Bu eşitsizliğe isyan aslında bir kopuştur. Muktedirle olan bağların kesilmesidir. İsyanın bireysellikten, toplumsallığa dönüşmesi ve yeni bir iktidara değil -çünkü her iktidar kendi muktedirini yaratır - ortaklaşa bir yaşama ve her türden iktidar aracının reddine yönelmesi gelecek tahayyüllünü güçlü kılar. Muktedirin “kirli servetinin “ yerini alacak toplumsal üretimi, bölüşümü ve tüketimi önceleyen bir yapıya dönüştürülmesi gerekir. Toplumsal yapının ve düşünme biçiminin her türden ruhları okşayıcı tahakkümden egemenlikten arınmış, servetin ihtiraslarına değil, ihtiyaçlara göre yapılandırılması…
Talan edilen, yakılan, yıkılan yerlerin önemi yoktur muktedir için. Çaresizlerin feryadının önemi de… Muktedir için yeni bir ahlaksız servetin kapısı aralanmış, açılmıştır. Zaten ahlaklı bir servet, zenginlikte yoktur. İnsanların cesetleri üzerine yeni “modern “kentler inşa ederek, yaşam alanları sunarak, hayatta kalanlara iyilikle bezenmiş sahte gülümsemesini sunar. Çifte bir kazanç ve önlenemez bir güç iktidar. Ölüm makineleriyle yaşamları zindana çevirirken de kazançlı… Sürekli üreterek ve sattığı ölüm, kan kusan silahlarıyla…. Harabe sonrası götürdüğü “uygar “yaşamla da… Her türden ahlaksızlığın metalaşmasının hazzı ile saraylarında keyifle yudumlar viskisini… Huzurla dalar ihtişamlı evinin bahçesindeki havuzuna.. Üzerindeki kirleri temizlerken, ruhundaki kirler, kanlar, gözyaşları küçük önemsiz ayrıntılardır onun için…
Bütün silahların yok edildiği, imha edildiği, yasaklandığı, mülk kavgalarını son bulduğu, toprağın insanın ve doğanın ayrılmaz ve doğal bir zenginliği olarak kabul edildiği bir yaşam. Sınıfların ve sınırların ortadan kalktığı bir insanlık düşüne biliyor musunuz, ne kadar yaratıcı ve üretken olacaktır.
Sürekli bağırıp, çağıran, etrafına salyalarını akıtarak saldıran güç sever yığınlarla, iktidarın buluşmasının hazin sonudur savaş. Her iktidar; varlığının ve gücünün sürekliliği için böylesi yığınlara ihtiyaç duyar ve bulur. Cepheye yaşamlarını hiçe sayarak, büyük bir heyecanla, şevkle, tutkuyla ve acımasızlık öfkesiyle koşan yığınların yaşayacakları kaderlerine düşen kederin derinleşmesi, yoksulluk ve çaresizlik dışında geride kalanların umutlu bekleyişlerinin hayal kırıklığıdır.
Savaşın cinneti; çocukların ölümüne, anaların ağlamasına ve yaşlıların mırıldanışlarını, yaralı ve harabeye dönen yürekler ile karanlığa gömülen ruhların sessiz çırpınışlarını bir masal söylencesine dönüştürüp sonraki nesillerin yüreklerine sızı olarak akar.
Savaş cinnetini haykıran muktedirler bu vahşeti göstermekten, yaratmaktan çekinmezler. Savaş tanrıları; silahlarını kuşanan zavallı yığınlarla kıyametin sonunu getirmek için meydanlara koşarak cesetlerinden tepecikler oluşturmaktan, alacakları öldürme hazzının iğrençliğiyle birbirlerini öfkeyle, kinle boğazlatırlar. Savaş tanrıları yarattıkları manzaranın iyi yüreklerdeki acılarına aldırmaksızın ölüme yollarlar zavallı yığınları… Ölenler; ayrıntılarda geçen birer sayı değerindedir. Nesillere aktaracakları yeni masalların isimsiz kahramanları veya korkaklarıdır onlar için… Saltanatlarının ve iktidarlarının görünmez ve sihirli destekçileridir.
Muktedirlerin yalanlarla süsledikleri gerçeğin kendisini arama dertleri yoktur zavallı… Sorgulamadan uzak, belirlenen hedefe odaklanan yığınların kaderine ölüm dışında bir şey düşmemiştir, tarihin derinliklerinde… Muktedirlerin hedeflediklerinden çok, muktedirlere yönelse bu öfke, hayatın daha yaşanılır olacağı gerçeğini anlayacaklar. Bütün zavallı yığınların muktedirlere karşı ortak dayanışma ve direnişinin yaratacağı değişimin hayali bile beni heyecanlandırıyor.
Savaş tanrılarının yok edildiği, savaş arabalarının yakıldığı, silahların ebedi olarak gömüldüğü bir dünya… Bütün enerjisini ; insanlığın kendisine, yaşanılır bir hayata, eşitlikçi, adaletli , sınırsız bir dünyaya…. Çok ütopik olduğunu düşündüğünüzün farkındayım. Ütopyalar gelecek yolculuğumuzun anlamıdır.
Bedenim ve ruhum yorgun. İnsanlığın kavgalarının yorgunluğu. Şiddettin yaşamın ayrılmazına dönüşmesinin yorgunluğu.. Şiddetti ve uygulayıcılarından nefretin ötesinde acımanın yarattığı yorgunluk….
Savaş tanrıları; cesetlerin sayıları üzerinden, kitle iletişim araçlarıyla ahlaksızca ve rezilce üstünlüklerinin, başarılarının masallarını kendi zavallı yığınlarına sunarlar.. Propaganda aracına dönüşen savaş, cephe adını verdikleri alanlarda korkunçluğuyla, dehşetle sürer. Kazananı kim diye soracak olduğunuzu biliyorum: savaş tanrılarıyla birlikte savaş baronlarıdır. Öfke, kin barış adıyla bir süreliğine durulur, yeni muktedirlerin yeni versiyonlu masallarına kadar.
Naklen ölümlerin, naklen toplu cinayetlerin işlendiği, izlendiği iletişimin bu devasa çağında kirliliğin ve kötülüğün reality şovlarla eş değer hale getirilip masumlaştırılmasının ahlaki yozlaşma ve çürümüşlüğü zavallı yığınların zihinlerine küçücük soru işaretleri olarak düşmüyor. Açmazımız burada saklı, derinleşen insanlığın zavallılığı ve çıkmazı burada gizlidir.
Banka soymanın değil de banka kurmanın suçunu gizleyerek, kişisel kötülüklerin peşine düşen muktedirler, işledikleri toplu kötülüklerin hesabını verme gereği duymadan, güçlerini pekiştirirler. Kendi çürümüş ahlaklarını toplumun ahlakına dönüştürerek suçlarına ortak ederler. Hukuk adına sıraladıkları kurallara zavallı yığınları boyun eğdiren ve uyulmasını zorunlu gören o güç, kendi egemenliğinin sürmesi için hiçbir kuralla sınırlamadan ve bağlı kalmadan toplu cinayetleri, toplu kıyımları, toplu ölümleri kendi doğal hakkı olarak uygulamaktan çekinmez arsızca, utanmazca… Onlar savaş tanrısıdır, muktedirler. Güçlerinden ve işledikleri kötülüklerden dolayı sorgulanamaz , sual sorulamazlar….
Muktedirlerin “kiralık katillerinin intikam hırsı, kitlelerin kan görme ve linç arzularıyla birleşerek, aşağılık bir şiddettin sergilenmesine ve ellerinde bayraklarıyla, salyalı ağızlarıyla sokaklara dökülen kölelerin alkışlarını işitme ve seyretme işkencesine yol açacaksa, onları bir lağım çukuruna elleri boş bırakmak“ iyi yürekleri tükenmeyen cesur insanların işi olabilir.