2 dakika okundu
Dün, Bugün ve Kaygı / Enver Karahan*

*Bu öykü aynı zamanda "Beşinci Sanat"ta yayımlanmıştır.

Yanıp sönen sokak lambalarının, zemini bir aydınlatıp bir karanlığa terk ettiği, sessizliğin ürkütücü arka planı eşliğinde bedenimi kuşattığı bilinmez bir yerdeyim. Tanıdık gelen birkaç ev veya tanıdık gelen evlerin bir benzeri. Yüzler beliriyor etrafımda. Şaşkınca beni ve arkamda koşan kalabalığı izlemekle meşguller. Soluk soluğa kalmış bir beden. Ağzımdan çıkan soluklar hırıltıya dönüşüp tüm sokağa yayılıyorlar. Bu kovalamada neyin nesi diye düşünüyorum; ama bir yandan da kaçma eylemimi devam ettiriyorum. Anlık kısa düşünceler, her adımda beynime bir balyoz gibi vuruyor. Korkunun adım başı nefesimi kestiği bir durumda, arkama anlık bakışlar yolluyorum. Devasa bir kalabalık. İnsan görünümlü hayvanlar mı; yoksa hayvan görünümlü insanlar mı? Hangisi daha tehlikeli; ya da hangisi daha vahşi? Ayırt edemediğim bir durum ve dizlerimin dayanılmazlığı…

Evlerin ışıkları birer birer sönüyor. Kaldırımdaki yüzler, perde arkası bakışlara bırakıyor yerini. Sırtım zeminle kucaklaşıyor ve ters dönmüş bir böcek çaresizliğiyle doğrulmaya çalışıyorum. Nafile bir telaş. Samsa geliyor aklıma. Onunla aynı kaderi paylaşmanın verdiği tuhaflık. O yatakta ince uzun bacaklarını ve antenlerini anlamsız düşüncelerle izlerken ben sokakta, parke taşlarıyla bir bütün olan bedenimin çaresizliğine bakıyorum. Kalabalık etrafımda halka olmuş, hep bir ağızdan ‘’Kalkmalısın.’’ diyorlardı. Sanki amaçları beni yakalamak değil de kovalamaktı. Bir kaçı kolumdan tutup kaldırmaya çalışıyor; bazıları da öfkeyle suratıma bakıp kalkmam gerektiğini dillendiriyorlardı.

Yüzüme dökülen bir bardak suyla soluk soluğa gözlerimi açtığımda, annemin kahkahalar atan yüzüne şaşkınlıkla ve korkuyla bakıyordum. ‘’Ters dönmüş bir böcek gibi çırpınıyorsun. Nasıl bir uyku böyle’’ deyip, odadan çıkıyordu. Annemin böcek benzetmesine mi; yoksa gerçek sandığımın bir rüya olmasına mı bilemiyorum; ama gülümsüyordum. Gülümsemem her zaman ki gibi kısa sürüyor, düşünceler yine aklımın bir köşesinden çıkıp zihnimi işgal ediyordu. Rüyaların bir anlamı var mıydı; yoksa Freud’un dediği gibi bir bilinçaltı oyunu muydu? Freud rahatlatıyor; ‘Bu bir mesajdır’ diyenler ürkütüyordu. Annemin sesi düşüncelerimi bıçak gibi kesiyordu.

‘’Kahvaltı hazır tatlı böceğim.’’

İnsan görünümlü böcek yataktan doğrulmayı başardı ve odadan çıktı. Tabi bu sefer arkamı kollama ihtiyacı hissetmedim. Mutfağa girdiğimde, dünden kalan dağınıklık yüzüme anlamsızca bakıyordu. Ben anlamsızlığa şaşkınlıkla karşılık veriyor, kulağımın uğultusunu dindirmek için avucumu olanca gücümle bastırıyordum. Göz kapaklarım gömüldükçe gömülüyordu yıllanmış çukurlarına. Karanlık kucaklıyordu tüm bedenimi. Işığa hasret kalmış bir kentin yıkıntılarını andırıyordum. Uğultu gidiyordu, karanlık gidiyordu, annemin sesi… Geçen senelerdi, ‘’kahvaltı hazır’’ demişti ve gitmişti, sesini bu dünyaya bırakıp. Ben ise kalmıştım bu dünyanın küflü yaşantısında. Bir bardağın dibinde kalan çay gibiydim; soğuk ve acı. Bir konuşmada kırılan pot, anksiyete ataklarında beliren distopik kaygılar, bir şiire eklenecek kelimeyi yıllarca arayan bir şairin çaresizliğini yaşıyordum. Bir söz gelir hatırıma, kağıt kalem telaşına düşerken açık kalan pencereden giren bir kuşun kanadına tutunup uzaklaşır gider sözcükler. Şaşkın bakışlarım sallanan perdeye takılır. Katotonik halim tüm evi işgal ederken Giganteuslar karanlık boşluklardan alaycı bakışlarını serperler üzerime. Bir şarkı çalar radyoda, açarım sesini; yan dairedeki cenaze gelir aklıma önce radyoyu, sonra çenemi kaparım. Akvaryumdaki balıklarımı düşlerimden arta kalan kırıntılarla beslerim. Kapı paspasımın temiz oluşuna üzülen bir tek ben miyim? Kapı zilimin sesini düşündüm bir an, nasıldı diye. Kapıyı açtım, temiz paspasıma basıp zile başımı dayadım. En son ne zaman duymuştum bu sesi hatırlayamadım…

‘’Anne, bu amca niye kapı açıkken zile basıyor?’’

Kadın çocuğu hızla üst kata çekiştiriyor.

‘’Ama onun eli var, niye başıyla zili çalıyor?’’

Bir müddet arkalarından bakıyorum. Sonra merdivenlerin terk edilmişliğine takılıyor gözlerim. Bina içi aydınlatma sönüyor. Evin içinden süzülen ışık huzmesi duvarda gölgemi yaratıyor. Işık tekrar yanıyor, gölgem yok oluyor. Ben hala buradayım, bir boşlukta beni yokluğa bırakacak ışığın gelmesini bekliyorum.

Biraz dolaşmaya karar veriyorum ve çıkıyorum evden. Kapıyı tam kapatacakken annem sesleniyor içeriden: ‘’Kahvaltı yapmadan nereye?’’ ‘’Dışarıda yerim bir şeyler.’’ deyip kapıyı çekiyorum. Boğazıma atılan bu kaçıncı düğüm, saymaktan yoruldum. Kirpiklerde tutunmakta zorlanan bir damla gözyaşı düşüyor temiz paspasımın üstüne. İzliyor ve vedalaşıyorum. O an gözyaşlarının insanın acısını nasıl biraz da olsa dindirdiğini düşündüm. O gözyaşının içinde birikiyordu belki de, düşünceler, acılar üzüntüler, özlemler… Rahatlamanın bir nebzesi.

Bina kapısında biraz durup sokağı izlemekle meşgul oluyorum. Tanıdığım ve tanımadığım insanlar, nereden tanıdığımı çıkaramadığım insanlar. Bir kurye gelip, önce zilleri inceliyor sonra yüzüme bakıyor.

‘’Buyurun’’

‘’Şeref Balkan burada mı oturuyor acaba?’’

‘’Evet, ikinci kat.’’

‘’Teşekkürler’’ deyip çıkıyor yukarıya.

İki adam geçiyor önümden. Bakışları üzerimde. Aralarında kısa bir fısıldaşmanın ardından, birinin yüzünde üzgün bir ifade, diğerinin yüzünde ise alaycı bir gülümseme beliriyor. Sormak için girişimde bulunuyorum; ama sonra vazgeçiyorum. Niye üzerine alınıyorsun ki diyorum, kendi kendime. Tesadüftür belki de diyorum. Kısa bir rahatlama hissi. Sonra tekrar bir kaygı yapışıyor zihnime. Merakımı gidermek için artık çok geç. İki adam sokağın köşesini çoktan göndüler bile. Acı bir fren sesi, ardında bir gürültü. İki adam yerde yatıyor. Yanlarına gidiyorum. Alaycı ifade yollayan adamın suratındaki ifade içimi acıtıyor. Dağıtıyorum düşüncemi. Dişlerimi sıkıyor, gözlerimi iyice açıyorum. Bu bir hayal miydi; yoksa olmasını istediğim bir şeyin düşüncesi miydi? Neyse ki olmuyordu böyle bir şey. Kaygı heybem daha da dolmaya devam ediyordu. Omuzumda bir elin varlığını hissediyorum.

‘’Bu gün nasılsın?’’

Dönüp bakıyorum. Karşı binada oturan Suat abinin yüzüyle karşılaşıyorum. Memuriyetten emekli, yaşını hiç göstermeyen bedeniyle hafiften gülümsüyor yüzüme. Ama az önceki adamın alaycı gülümseyişi gibi değil, dostça bir gülümseme bu. Omuzumda duran elini iki kere yavaşça vurup, ‘’Bugün daha iyisin’’ diyordu.

‘’Bugün derken?’’

‘’Ne yani, dünü hatırlamıyor musun?’’

Yüzüne boş boş bakıyorum. Dün ne yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum; ama aklım dünle ilgili hiçbir şey sunmuyor bana. Büyük, karanlık bir boşluk hakim dün ile ilgili düşüncelerimde.

‘’Neyse iyi günler sana’’ deyip uzaklaşıyor yanımdan. Arkasından seslenip seslenmeme konusunda tereddüte düşüyorum. Hem merak ediyor; hem de korkuyorum. Dün yaşadığım olay her ne ise, bunu hatırlayamamak beni yeterince ürkütüyor.

Sokakta yürürken yanımdan geçen çocukluk anılarımı topluyorum. Tanıdık bir yüz arar gibi bakıyorum insanlara. Gökyüzü aynasındaki mavi gülüşlerime gülümsüyorum. Sessizce geçip gidiyor insanlar yanımdan. Ben sessizce duruyorum dünyanın ortasında. Zihnimdeki gürültülerin katlanılmaz ağırlığı çekiyor beni içine. Anafora sürüklenişimi çaresizce izlemek gibi meşguliyetler ediniyorum. Açık hava çarpıyor ruhumu ve beton zeminin azizliğine uğruyor düşlerim. Eve doğru hızlanırken adımlarım geçtiğim yerlere serpiyorum çocukluk anılarımı. Evde beni bekleyen kocaman yalnızlığım aralıyor kapıyı. Yerdeki paket ilişiyor gözüme.


Alıcı: Şeref Balkan

Gönderen: Şeref Balkan

İçinden bir sayfalık mektup çıkıyor.

 Alelacele yazılmış olduğundan okumakta zorlanıyorum.


Dostum, Şeref’e:

Burada geçirdiğim 35. Gün. Yemekler berbat, insanlar anormal, ortam ise çok gürültülü. Çıldırmamak elde değil. Kendimi çok kereler pencereden atmayı denedim ama yapamadım. Ben de, içimdeki boşluktan aşağıya bıraktım kendimi. Düşmelerim acıttı; ama öldürmedi. İstediğimi elde edememenin acısı sardı ruhumu. Niçin burada olduğumu bilmiyorum. Olmam gereken yerin neresi olduğunu da bilmiyorum. Bilinmezlikler, beni burada mahkum etmeye zorluyor. Kurtulmak için aklıma gelen her yolun denenmemişliğini izliyorum. Beni buradan çıkarman için yazıyorum bunları sana. Beni sadece sen kurtarabilirsin.

Arkadaşın, Şeref.

Mektubu katlayıp cebime koyuyorum. Koltuğa oturmaya hazırlandığım an, kapının zili çalmaya başlıyor ve ben temiz paspasımın kirlenecek olmasına seviniyorum. Kapıyı açtığımda polislerin gözetiminde üzerime atılan iki adama teslim oluyor bir yandan da ‘’arkadaşımın bana ihtiyacı var’’ sözünü defalarca haykırıyorum. Ben bu sözü defalarca söylerken bir yandan da adamların beni dün gece saatlerce kovaladıklarını ve nasıl olduysa gözden kaybettiklerini dinliyordum. Kapıdan çıkınca, arabaya bindirilene kadar üzerime gelen bakışlara şahit oluyorum. Aklımda hala bilinmezlikler, iki kolumda iki adam ve üzerime yağan bakışlar…

Araba hareket ederken pencereyi açmalarını, çocukluk anılarımın sokakta kaldığını, onları toplamam gerektiğini söylüyorum; ama nafile, isteğim yanıtsız kalıyor ve ben arabanın arka camından çocukluk anılarıma el sallamakla yetiniyorum.