Bekliyorum. Ne kadar zamandır bilmiyorum. Belki de biliyordum ama şimdi unuttum. Unutmak zamanı yok saymak; geçilen yolları bir bir silmek olmalı. Bunu şimdi düşündüm. Son zamanlarda böyle şeyler gelip aklımın içine sessizce giriyor. Sessizliğin mi, yoksa yalnızlığın mı içindeyim?.. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Kendimi bulmak için biley taşında bilendiğimi bilmediğim gibi.
Mırıltılar duyuyorum, uzak çığlıklar, denizin asırlardır biriktirdiklerini, toprağın tükenen direncini, güneşin altında yatan gökyüzünün karanlığını. Mavisi yok. Karanlık. Birileri maviyi çalmış olmalı. O ben miyim?.. Ben olamam. Gökyüzüne dokunmadım. Dokunsaydım parmaklarım mavi kokardı. Ben, başka bir gökyüzü var mı, onu arıyorum?.. Aramaktan yorulsam da vazgeçmiyorum. Belki sözcüklerin içindedir fakat göremiyorum. Sözcükleri kokluyorum. Sözcükler hasta. O kadar uğraşmama rağmen iyileşmediler.
Bu yazdıklarımın hepsi yalan olabilir. İtiraf etmem zaman aldı. Belleğim sürekli oynuyor benimle. Onun ihâneti, kimseninkine benzemiyor. Çok sarsıcı ve yıkıcı, hatta yokedici. Yeniden denemek istiyorum. Sessizlik ve yalnızlığa şerefe deyip, ikisine de aynı anda bakıyorum. Gene zihnim dağılıyor. Onlar mı benim içimde; ben mi onların?.. Işıltıları etrafımı sarıyor. Önce, gün doğumu gibi yavaş yavaş geliyorlar, sonra birdenbire devinimleri hızlanıyor; geceye doğru ilerleyen akşamın nazlı nazlı yanan alevi gibi sönüyorlar. O alevlerin içinde kendimi arıyorum.
Bu kalın duvarları oldum olası sevmedim. Duygudan ve sevdadan yoksun örülmüşler. Bütün duvarlar yalan söylüyor. Dışarıda buz tutmuş bir güneş var. Kim yalan söylememeyi başarmış acaba?.. Sessizlik ve yalnızlık olabilir mi? Belki onlar söylemiyordur. Yalan, insanın icadı.
Nasıl da soluk soluğa dönüyor dünya. Küçücük bir tutukevi. Nereye baksam her yer çivilenmiş. Kapalı. Kontrollü. Yalnızlığın uğultusu, sessizliğin çığlığı ilerlememe yardımcı oluyor. Sendeliyorum. Düşmüyorum. Parça parça zihnime giren ışığa sarılıyorum; akıp gidiyor zihnimden. Sıkıca tutunup bırakmasaydım, özgürlüğe ulaşacaktım.
Özgürlük, tüm canlıların temel ihtiyacı. Özgürlük parçalandı. Geçmiş ve bugün onu öldürdü. Cesedi lağım sularına karışıp gitti. Orada, farelerle uykuya daldı. Ağır bir uyku içinde uyuyor. Yaşanmayan hayat gibi kaskatı bir uyku hali.
Özgürlüğü parçalayanların uykularını dinliyorum. Konuşmuş olmalıyım onlarla. Bunu yadsıyamam. Hepsi kafamın içinde. Kafamın içinde uyuyorlar. Ne yaparsam yapayım uyanmıyorlar. Kafam, bir kaya gibi. Sessizliğin ortasında, boşluğa ve hiçliğe doğru yol alıyor. Mevsimlere benziyor. Onlar gibi gelip geçiyor. Benimle birlikte. Beni örtüyor, sarıyor, düğümlüyor, çözüyor, soluk alıp veriyor.
Boğuluyorum. Kendimi ateşe veriyorum. Ateş kadar insanın hayal gücünü kendine çeken başka bir şey var mı?.. Henüz bilmiyorum…Tanrıların huzurundan ateşi çalan kişi değilim. Olmayı çok isterdim.Kafamı kalın duvarlara vurduğumda demirlerden kan sızdı. Kimse yoktu. Benden başka hiç kimse. İtiraz ettim. Sonra itirazımı aradım. Yürek parçalayan feryatlar duydum. Kapı sürgülüydü. Savaşta doğan sevgiden söz ediyordu, kuğurdayan beyaz güvercin.
En iyi kapılar bilir. Dünyanın nasıl döndüğünü. Onlar gizler yaraların izini. Penceresi olmayan duvardan sızan ışığı kapattım. Bir şeyin içindeyim ama ne olduğunu bilmiyorum. Küçücük bir dünya olabilir. İçinde gözlerim var. Gözlerim yuvarlak. Güneş, ay ve yıldızları göremiyorum. Bilmediğim bir sürü şey görüyorum fakat kaybediyorum.
Düşünmeyi itekliyorum. Ağır aksak ilerliyor. İnat ediyor. Tökezleyip düşüyor. Sonra yüzlerce parçaya ayrılıyor. Bunları tanıyorum. Dokunuyorum. Sert, yumuşak, ılık, sıcak soğuk. İyice emin oluyorum. Vicdanımın parçaları. Her yere saçılmış. Karanlık bir pencere açılıyor önüme. Onun içinden bakıyorum dünyaya.
Toprak görmüyor beni. Gökyüzü reddediyor. Deniz hala peşimde olmalı. Parmaklarımı dilime dokundurunca, tuz tadı alıyorum. Günlerdir taşın tadına alışmıştım. Dilimin üstünde kayıp duruyordu.
Hâlâ arıyorum. Neredeyse vazgeçecektim. Sessizlik bağırınca kendime geldim. Beni alıp çok derinlere götüren şu ışığa bir anlığına sahip olsaydım… Kendimin sahibi olamamışken. Sahipliğin kumdan kalelerini savurup, rüzgâra vermiştim. Rüzgârın içinden sıçrayıp gözüme yerleşen umuttu.
Dönüp arkama baksaydım. Ben de ağlayacaktım; onun gibi. Kasırgaya tutulmuşcasına. Yağmur damlalarına dönüşmek… Olanaksız mı bu?.. Değil… Gölge verirken dökülen yapraklar gibiyim. Yüreğim burkuluyor. Burkulmadan öte, kağıt kesiği gibi sızlıyor. Şimdi daha yakından hissediyorum ritmini. Çok uzaklarda atıyor. Uzağın da uzağına gittiğini görüyorum.
Bir gün ona taş olacaksın dedim. Kahkahalarla güldü. Aldırmadı. Beni dinlemedi. Ama ben vazgeçmedim. Vazgeçen oydu. İnadım karşısında bir kayaya dönüştü.
Bir zamanlar, şafak vakti gördüğüm Tunus pembesine benziyordu. Gencecik bir yürekti. Şimdi somurtkan, huysuz bir kaya.
Yeniden doğurabilir mi hayat?.. Şu mavisi çalınan gökyüzünün eteğinin altında. Bir yürek daha doğurabilir mi?..
Hissediyorum. Hayat, yere göğe sığmıyor. Hayat, delicesine kabından taşıyor. Coştukça coşuyor. İnsanın tek başına direndiği, o eşsiz an gibi… Sığınacak ne bir yürek, ne bir yer istiyor. Dünya benim zihnimde dönüyor.