Karmakarışık bir yaşam benimkisi . Bir yanım olabildiğince mutsuz ve yorgun. Diğer yanım mucizelere ve hayallerimin gerçek olabileceğine inanıyor ve heyecanını koruyor. Bu iki yan arasında ben, eziliyorum.
Gaz lambası söndüğünde o düşler benim zihnimde daha aydınlık daha cazip hale gelirdi. Ben o küçük ama kalabalık odalarda tavana yansıyan soba ateşi ile dünyama umut serptim hep. Ayaklarımı sürükleyerek gittiğim köyümüzün okulundan bir an önce mezun olacaktım. Okumak istediğim bütün kitaplar elimin altında olacaktı. Kendime ait bir oda, bir yatak, kitaplık, kıyafetler, çalışma masası... Bizim yataklarımız soba yanmayan buz gibi bir odaya serilirdi. O beton ağırlığındaki yorgan ile koca döşek bile kışın en zor geçtiği aylarda vücudumuzu ısıtmaya yetmezdi. Babaannemin anlattığı masallar da olmasa o soğuk oda nasıl ısınırdı bilmem. Uyku zamanının gelmesi demek sobalı odada tavana yansıyan o ateşe bakarak kurulan hayallerin sona ermesi demekti. Benim için o ışık bile lükstü kimi zaman.
Çalıkuşu’ndaki Feride gibi Anadolu'nun her köşesini karış karış gezip sınıfın hiç fark edilmeyen en sessiz öğrencileriyle dost, küçük bir kız çocuğunun gözünde ise bir anne, bir baba kadar kutsal olacaktım. Öğretmen olacaktım, işimi severek yapacaktım. Gönül işleri ile ancak koluma altın bileziğimi taktıktan sonra ilgilenecektim. Biri beni uzaktan sevecek, en sevdiğim şeyleri benden iyi bilecek, her şeyden öte benimle konuşacaktı. konuşmak... ne kıymetli bir eylem... Dijital dünyamızda kelimelerin kifayetsiz kaldığı anların kıymetini bilecektik. Biz de herkes gibi güzel bir düğün merasiminin hayalini kuracaktık. Sonra yine herkes gibi ilk zamanlarımızı birbirimize güzel sözler söyleyerek ve birbirimizin yolunu gözleyerek geçirecektik. Zamanla bu heyecan azalsa da birbirimize saygı duymaya ve sevgi beslemeye devam edecektik.
Hayatımda başkalarına anlatmaktan utanacağım hiçbir hataya yer vermeyecektim .Gizlim saklım olmayacaktı. Başım dik olacaktı. Her şeye rağmen arkamda duran bir arkadaşım olacaktı. Benim sadık yarim kara topraktır diyor ya usta ozan. En acı gerçeği yıllar evvelinden dizelere döken bir ozan varken bile ben bir "arkadaş"ın hayalini kurabilecek kadar umutluydum. Sahi ben o zamanlar ne kadar umutluymuşum. Şimdi yazarken fark ettim bunu. ajandama okuduğum kitaptan notlar kaydederdim, günlük tutardım, ülkelerin belgesellerini izler, başkentleri ezberler, nerede kullanacağımı bilmediğim bilgileri öğrendikçe kendimi daha güçlü hissederdim. Şimdi umutlu olduğum dönemlere ait bir notu, eski bir deftere özenerek yazdığım sözleri görünce içim sızlıyor. Umudumun aslan payı tavana yansıyan ateşte eriyip gitmiş.
Farkına varmadan bitmiş yol gibi…
Elbistan ve Mahsuni Şerif
1960 Askeri Darbe Anayasası, sola açık demokrasi ümidi veren bir yasa idi. Sünni Müslüman politikasını önde tutan Demokrat Parti kapatılınca gazete, dergi, kitap yoluyla Alevilikten söz edilmeye başlandı. Ancak alevi inancı hâlâ gizliliğini koruyordu. Elbistan’ın içinde, “babası alevi, annesi Sünni” Oğuz Söğütlü isminde bir eczacı, Mehmet Ocak isminde Demircili köylüsü alevi bir doktor ve 5–10 dükkân sahibi ile birkaç tane de seyyar satıcı vardı. Ayrıca iş için gelen Alevilere de rastlanılıyordu.
Dr. Mehmet Ocak ve Oğuz Söğütlünün desteği ile Mahsuni Şerif konser vermek üzere Elbistan’a geldi, beraberinde Kul Ahmet ve Osman Dağlı da vardı. Kul Ahmet Sinemilli aşiretinden alevi halk şairi, Osman Dağlı ise Osmaniyeli Sünni bir aileden gelen solcu halk şairi. Konser davetiyeleri birkaç gün önceden dağıtılmış, Doktor Mehmet Ocak’ın himayesinde Eczacı Oğuz Söğütlü'nün desteği ile yürütülmektedir. Akşam saat 8’den 12’ye kadar konser sürdürüldü. Elbistan’ın tüm bürokrasisi, savcısı, hâkimi, memuru gelmişti ancak alevi dinleyiciler çoğunlukta idi.
Alevi övgülü türküler söylemeye başlayınca , din ağırlıklı sağcı bir grup ayağa kalkarak İstiklal Marşı'nı okuyup aleyhte slogan atmaya başladı. Alevi önderleri olayı önlemeye çalıştı, ancak önlenemedi. Tartışma kavgaya dönüştü ve konser dağıldı. Mahzuni ile Osman Dağlı, “ Arığ Palas” Oteli'ne, Kul Ahmet ise köydeki akrabalarının evine sığındı.
Pazartesi günü Elbistan’ın pazarı idi. Konudan habersiz alevi köylüleri, ürettikleri malları satmak için pazar yerine henüz gelmişlerdi. Akşamdan örgütlenen Sünni sağ görüşlü bir grup “Allahu ekber, Alevilere ölüm” diye saldırdı. Dr. Mehmet Ocak dövülerek komaya sokuldu. Pazarda ve sokakta görülen Alevilere sopalarla saldırıp ağır yaralamalar oldu.
Oğuz Söğütlü'nün eczanesi, Miktat Dede'nin dükkânı ile birçok dükkân tahrip edilip malları yağmalandı. Alevi seyyar satıcıların “tekerli tablaları” Ceyhan Nehri'ne döküldü ve ardından evler aranarak insan avına çıkıldı. Çoluk, çocuk, kadın, erkek demeden dövüldü yakalanarak ölüme terk edildi.
Çömüdüz köyü ağası Rıza Güner Efendi ölmüş yerine 20 yaşındaki oğlu Ali Güner geçmişti. Konu ile yakından ilgilenen Ali Güner cipi ile gelip bazı hastaları hastaneye taşıdıktan sonra “Arığ Palas” otelinden Mahzuni ve Osman Dağlı'yı alıp köydeki evine götürdü ve 15 gün orada sakladı. Dr. Mehmet Ocak komada kaldığı için uzun süre muayenehanesini açamadı sonra da İstanbul’a göçtü.
Güvenlik güçleri ve savcılık saldırganları takip edeceğine “tahrik ettiler” diye Alevileri yargılayıp sorguluyordu. Artık Alevilerle Sünniler birbirlerine düşman olmuşlardı. Ali Güner ve dedenin çocukları başta olmak kaydı ile birçok alevi İskenderun, Mersin ve İstanbul’a göçtü.