“Bütün dünya işçileri birleşin, sınıfsız sömürüsüz bir dünya yaratalım” sloganı son zamanlarda “bütün dünya faşistleri birleşin, safları sıklaştıralım “a döndü galiba. Dünya seçimlerinden gelen haberler hiç iç açıcı değil. Mevcut faşistlere, savaş çığırtkanlarına, savaş yapıcılarına, bir de savaş potansiyeli yaratıcıları ekleniyor. Korkarım bu yüzyılın başları, yani birinci çeyreğin de olduğu gibi maalesef ikinci çeyreği de kehanet sahiplerinin sık sık tekrarladığı dünya savaşlarına gebe. Böyle giderse, yatıp kalkıp diri tutmaya çalıştığım barışa olan inancımı, ben de yitirmeye yüz tuttum valla.
Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmem ama belki ben söyleyince hak vereceksiniz. Eskiden seçim dönemlerinde kampanya yürüten liderlerin (tabii ki erkek) yakışıklılığı, gençliği, dinamikliği prim yapardı. Şimdi ise şöyle bir bakın, sanırım hepsinin tipleri fotokopi misali birbirinin aynı olması prim yapıyor. Bakın ABD başkanına, bakın eski İngiliz başkanına, bakın yeni seçilen Arjantin ve Hollanda, keza Macaristan başbakanına neredeyse birbirlerinden klonlanmış gibi bir pejmürdelik, bir estetik çirkinlik ve her nedense birbirine aynı anadan babadan doğmuşçasına bir benzerlik hâkim. Hatta hepsinde hafif bir deli bakış ve tavır, sevinçlerini ölçüsüz hareketlerle süsleme danslarını gözlemeniz mümkün. “
Bu ortak yüz yapısı ister istemez faşist bir beyin üretiyor," tezini ortaya atsak sosyolojik çevreler bizi topa tutar mı dersiniz? Estetik yoksunu, sanattan edebiyattan, şiirden şarkıdan, filmden operadan konuşan değil de savaştan, kırımdan, katliamdan, yıkımlardan bahseden bir topluluk olduk, tüm dünya vatandaşları olarak. Doğanın kendi yolunu bulur tezini doğrulayan, talan edilen ormanlardan fışkıran bir filize umut bağlamamız misali, minik bir sanat başkaldırısından, minik bir sosyal demokrat hareketten medet umma çağına girdik hep birlikte.
Neden bu denli bireyselleştik, bencilleştik, kendi eksenimiz dışındakilere vurdumduymaz olduk son zamanlarda. Yüzyıllık yorgunluğun temel taşlarında hep savaşların, faşist uygulamaların, işkencelerin, körpecik bedenlerin idam sehpalarına itilişlerinin olduğunu ne kadar da çabuk unuttuk. Hiç mi ders çıkaramıyoruz geçen yüzyılın acılarından, sadece bir roman kurgusu, bir film senaryosu olarak mı idrak ediyoruz o karanlık, içinden insanlık ayıbı çıkan acılardan. Gemisini kurtaran kaptandır misali kendimizden oluşturduğumuz bir fanustan dışarısını görmez olduk. İnsanlar ölüyor, en acısı da çocuklar ölüyor ve biz akşam yemeklerinin lüksünün peşinde koşuyoruz.
Hocalarımız bizleri, “Dünya siz çaba gösterdikçe zenginleşecek, ondan alacağınız pay o denli artacak.” teziyle motive etmeye çalışırlardı. Yalancı mıydınız, geleceği mi göremediniz sevgili hocalarım. Sizin dediklerinizin hiçbirisi olmuyor. Barış, dünya barışı hayal bile değil, daha da kara günler bekliyor insanlığı. Hiç dahlimiz olmasa da, bizi bekleyen iklim krizinden payımıza yine en büyük dilim bize düşecek gibi görünüyor. Onların tuzu kuru tabii. Gözleri doymuyor her nedense bir türlü.
Acaba sosyalist hareketler için de Trump görünümlü bir tipoloji mi yaratılsa iktidar için, ne dersiniz bu diktatörlere benzemekten hayır gelmese de.