O akşam bir mızrak gibi saplanıp kaldım, bir cümlenin ruhuma olan işleyişi ile.
“Sen yeter ki yola düş!” diye tekrar ettim kendi kendime. Melodik bir içselleştirme yaratmalıydım ruhumda. Sesli düşünceler bir kambur misali sırtımda.
Komodinimin üzerindeki aynada siluetimin nasıl da puslu ve bulanık gözüktüğünü tam da o anda fark ettim.
Unutmuşum kendimi. Gelişi güzel bir şekilde konteynıra bırakılmış çöp torbası gibi.
Bez ve deterjanı aldım, aynayı hemen silmeye başladım. Sildikçe yeni bir sayfa aralanıyor gibiydi, kendimle tanıştım.
Kabahati kime yükleyeceğim konusunda kararsızdım. Unuttuğum kendime mi? Yoksa tozlu ve bulanık aynaya mı?
Günlerdir, belkide haftalardır aydınlığını göremediğim bir kuyunun içerisinde gibiydim. Bile isteye bir çöküştü bu, kendi elini tutmadığın, ulu orta bıraktığın.
“Vakit saat şimdidedir.” diyen babaannemin sesi kulaklarımda şimdi. Rahmet istedi belli ki.
Hangi yola düşecekti adımlarım? Neyi seçecekti? Uğruna düşeceğim o yol neresiydi?
İnsan ruhu bir bataklık. Girdikçe debeleniyorsun, debelendikçe batıyorsun, battıkça çıkamıyorsun.
Verdiğim sözleri üzerime giymişcesine ayağa kalktım ve odamdan çıktım. Üstüme tam oturmuş bir hâli vardı, dilimin altında besleyip büyüttüğüm tüm kararların.
Güçlü hissediyordum kendimi. Geçmiş ayaklarımın altından kayıp giderken, gelecek bir serap misali varla yok arası gezinirken, tüm gürültü “şimdi” ile taçlanıyordu.
Göğsüm nasıl da kendinden emindi. Hiç olmadığı kadar öne gitmekteydi.
Ayakkabılarımı giymemiştim o gece. Tabanlarım asfaltın soğukluğu ile adımlanıyordu sayıların önemsiz olduğu bir vakitte.
Sesli düşünmeliydim.
Ondan başladım, geriye doğru saydım.
Beşte tıkandım. Dörtte yerli yersiz bir kararsızlığın içine daldım.
Ayak parmaklarım buz kesmişti. Nefesimin sıcaklığı avuç içlerime yetmemişti.
O ses, omuzlarımı itiyor gibiydi adeta yine ve yine.
“Sen yeter ki yola düş!”
Düşmüştüm yola.
Dudaklarım ikiden bire düştüğünde tüm kabuklarım ardımda.