Genellikle sahip olamadıklarımız bizim için hayâldir. Benim de hayâllerim ilkokul çağında başlamıştı. En önemlilerinden biri, adımın büyük harflerle yazıldığı gümüş künyeydi. ‘’Künye’’ adını öğrenmemi ve ilk tanışmamı sağlayan öğretmenimdi.
Takı olarak kullanılan künyenin hayatıma girişini ve benimle bütünleşmesini hikaye anlatır gibi yazmak istedim. Zamanı gelince de yazımı, anneme, babama ve belki de utanarak Linda’ ya da okuyacağım.
....
Sınavdaydık ve herkes sınav kağıdına bakıyordu. Ben ise bana yaklaşan öğretmenimin kolundaki takıya odaklanmıştım. Öğretmenime ayrı bir hava katan, altın olmayan, üzerinde harfler bulunan, kimsede görmediğim zincire öyle dikkatli bakmıştım ki gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Bunu fark eden öğretmenim, kulağıma eğilerek‘’bunun adı künye’’ dedi. O an sıcacık gülümsememle yanağımdan makas almasını hiç unutamıyorum.
Biri ismimi sorduğunda heyecandan unutacağımdan korkardım. “Benim de bileğimde Linda ve öğretmenimki gibi güzel künye olsa kendime güvenim artardı,” diye düşünürdüm. Linda’nın ara sıra künyesini düzeltmesi, kolunu uzatarak gömleğinden gösterişle çıkartması, sınıfta parmak kaldırırken hep sağ kolunu kullanması çocuk aklıyla hava atıyor gibi gelirdi. Gözüm şimdi sadece öğretmenimin değil, Linda’ nın da koluna takılıyordu.
Bir gün anneme ‘’Gümüş mü pahalı, altın mı?’’ diye sordum. Annem şaşkınlık içinde ‘’Sen gümüşü nereden biliyorsun?’’ dedi. Linda’nın kolunda gördüğümü, gümüşü ondan öğrendiğimi ve arkasından ‘’Gümüş altından daha güzel duruyor.’’ demeden de edemedim. Bu sözümün üstüne annem kolumdan tutup bileğimi açtı; bileziğimin dedemden hediye olduğunu ve bana çok yakıştığını söylediğinde suratımı astım. Ben altını sevmiyordum. Annem memnuniyetsizliğimi fark edince ‘’Altın daha değerli, gümüş takı takman için de altın bileziğini çıkartman lazım.’’ dedi ve ben hemen ‘’Çıkartırım, yeter ki gümüş künyem olsun.’’ diye sevinç gösterişi yaptım. Canım annem de tatlı tatlı gülümseyerek göz kırptı. Nedenini bilmiyorum ama halen altını sevmem. Acaba nedeni annemin arkadaşlarında gördüğüm abartılı altın bilezikler mi?
Her sene heyecanla beklediğim doğum günüm gelmişti. Evde iki gün önceden hazırlıklar başlardı. Annem; ablamın, benim ve erkek kardeşimin doğum günleri için her zaman özenle hazırlanırdı. Zeytinyağlı yaprak sarması, börekler, poğaçalar masanın gözbebeği olurken, semtin en gözde pastanesinden özel pasta siparişleri verilirdi. Bu arada babamda Ortaköy’ün en meşhur fotoğrafçısını eve çağırırdı. Hediyelerimiz misafirler gidince verilirdi ki diğer çocuklar özenmesin.
Sekiz yaşını bitiriyordum. Herkes evden ayrılınca annemle babam paketleri tek tek açmama izin verirler ve en son kendi hediyelerini uzatırlardı. Babam, tahtadan, üstünde camlı küçük süslemesi ve kilidi olan dikdörtgen bir kutu verdi. Annem de kendi paketini uzatarak ‘’Adını biz kalbimize yazdık ama adını gösteren sana hayatın boyunca şans getirecek bir takın olmasını istedik. Kullanmadığın zamanda babanın verdiği kutuda ömür boyu saklamanı isteriz." dedi. Heyecanla paketi açtım, o hayalini kurduğum plakalı gümüş künye avucumun içinde oluverdi. Hemen anneme sarıldım. Bana göz kırptığı gün bir ışık yaktığını anlamıştım aslında. Kutunun adını “ Hazine Kutusu’’ koymuştum. O gece uyuyamamıştım, hediyeme bir şey olacak diye kolumu oynatamıyordum. Plakanın üstündeki her harfe dokunup ara sıra onu öpmeye bile başlamıştım. Adımı da durmadan okuyordum. İsmimi tersten okumayı da çok seviyordum. O kadar ki ilerleyen yaşımda da yeni yaptığım yemeğe, ilk defa deneyeceğim el işlerine, eve cesaret edip de almak istediğim kediye Ayluf adını koyuyordum. Yeni olan her olayda şans getirsin diye adımı tersten okumak alışkanlık olmuştu. Acaba her gün kolumda mı olsa, yoksa eskimesin diye hazine kutusuna mı koysam diye düşünüp duruyordum.
Koluma taktığım günden beri bana şans getirdiğine inanırdım. Zaten annem hediyesini verirken dememiş miydi, ‘’Sana hayatın boyunca şans getirecek’’. Sınavlara girerken önce künyeme bakar, iş görüşmelerinde iyice parlatırdım. Ben başkaları için başkahraman gözüksem de, benim kahramanım künyemdi. Beğendiğim bir delikanlı karşımdaysa ismimi tam okusun diye kolumu çeneme koyar ona kolaylık sağlardım.
Bir gün rüyamda arkadaşlarımla tiyatroya gitmiştim. Tiyatro çıkışı künyemin kolumda olmadığını anladığımda çığlıklar atmaya başlamış, tiyatrodan çıkan herkese künyemi verin diye bağırmıştım. Attığım çığlıklarla hem kendimi, hem de evdekileri uyandırdığımdan bütün hafta ailem rüyamla dalga geçmişti..
Çalışma hayatı bana yeni heyecanlar yaşatırken, ilk aşkla tanışmama sebep oldu. Erkek arkadaşımla aynı işyerinde olmam işe daha erken gitmeme ve daha geç çıkmama neden oluyordu. Zaman geçtikçe iyice birbirimize bağlanıyorduk. Doğum günüme çok önem verdiğimi ilk yıllarda öğrenmişti. O da annem gibi özel kutlamalar hazırlardı. Yine mutluluktan ayaklarımın kesildiği gün gelmişti. İlk senelerde çocukluktan gelen alışkanlıkla hediyelerimi kimsenin yanında açmıyordum. Sonra bunun ayıp olduğunu öğrendiğimde ise artık paket açmanın haricinde eğer hediyeler kıyafet veya takı ise hemen üstüme geçiriyordum.
O yılki doğum günüm biraz daha farklıydı. Herkes gittikten sonra erkek arkadaşım romantik ortam hazırlamıştı. Hediyesini verirken aile yadigarı olduğunu ve bana ne kadar değer verdiğini anlatan süslü laflar ediyordu. Beklediğim, herkese göstermek istediğim yüzük artık parmağımdaydı. Ben de onun verdiği hediyenin altında kalmamak, ona ne kadar değer verdiğimi hissettirmek için kıymetli hazinemi, gümüş künyemi kolumdan çıkararak onun koluna takmıştım. Benim için künyemin ne kadar değerli olduğunu uzun uzun anlattım. Hatta ismimi tersten okursa yeni işlerde başarı sağlayacağını söyledim. Birden karar vermiştim, ilk defa ayrı kalacak, belki de uzun bir ayrılık yaşayacaktım. Erkek arkadaşımla birbirimizin aynısı olduğumuzu düşündüğümden en değerlimi ona vermekte sakınca görmemiştim.
Seneler geçiyordu ve küçük tartışmalar sırasında onu tartmak için ‘’Künyemi ver istersen’’ dediğimde ‘’Sen yüzüğü verecek misin?’’ sorusuyla karşılaşınca ayrılık istemediğini anlıyordum. Heyecanıyla, sevinciyle, hüznüyle ve beraber büyümenin keyfiyle yedi yılı beraberce devirmiştik. Hayâllerimizin artık gerçekleşmesi için arkadaşlarımız ve ailemizce mutlu son bekleniyordu. Bekleniyordu beklenmesine de beklenen hiç olmadı. Her şeyin bittiğini ve geri dönüşün olmadığını künyemi koluma taktığı gün anladım. Birden uçurumda gibi hissettim kendimi. Bana geri vermişti çünkü artık birbirimizin aynısı değildik.
Uzun bir süre aşkla işim olmayacaktı. İş hayatı beni iyice içine almıştı. Zaten gözüm bir şey görmez olmuştu. Bana ait olanlarla yetiniyordum. Ara sıra takmadığım ve elime aldığımda da büyük bir geçmişi hatırlatan künyemle konuşurdum. Hatıraları onunla anımsar, ‘’Bu onun bileğindeydi.’’ düşüncesi içime hüzün kaplatırdı. Birden bütün kızgınlığımı hatırlayınca da emin olduğum tek şey de artık asla künyemi kimseye vermeyeceğimdi.
Büyük hayâl kırıklığı üzerinden üç sene geçmişti, ama halen üzerimde büyük bir çığ duruyordu. Artık bunu kaldırmalıydım. İlk aşkımda hissettiğim duyguları, şimdi de bir başkasında hissetmeye başlamıştım. Birkaç ay sonra hızlı gelişen dostlukla yeni aşk başlıyordu. Künyemi yine birine emanet edecektim. Emanet sırasında benim için ne kadar değerli olduğunu ilk aşkımdaki gibi ona da anlattım. Tabii ismimi tersten okumasını da öğrettim. Teslim merasimini yaptıktan sonra kendi kendime sormadan edemedim ‘’Hani kimseye vermeyecektin?’ Belki daha kıymet bileceğini düşündüğüm için belki de artık gümüş yerine günün modası olan altın künye aldığım için vermiştim. Yeni künyem plakalı değil, ayrıca harfleri hareket ediyordu. En önemlisi de çocukken okunmasını istediğim adımın şimdi okunması kolay olmadığı için hoşuma gidiyordu. Ama hiçbir zaman asıl künyemin yerini tutmuyordu.
Tekrar denenen gönül işi belli heyecan, üzüntü ve eğlencelerden sonra yine bitiyordu. Yaşanması gerekenler yaşanıyor, her olaydan ders alıyordum. En önemli dersim ise künyemin gerçekten benden ayrılmaması gerektiği idi. Zaten kendime inanamıyordum. Ablama bile kıyafetlerimi giydirmiyor, hatta ben yokken giyiyor mu diye işaretler koyuyordum. Buna rağmen çok önemli hazinemi başkalarına veriyordum. Belki de Allah tarafından cezalanıyordum. Evet kesinlikle bu ayrılıkların sebebi künyenin benden ayrılması olduğuna inanmaya başlamıştım. Bu arada hazine kutusuna altın künyem de eklenmişti.
Yer, zaman, mekan, fikirlerim ve zevklerim değişiyordu ama künyeme bağlılığım hiç değişmiyordu.
Yaş almaya başladığımda benden sonrasını düşünmeye başlamıştım.
Öğretmenime olan hayranlıkla ona ait olanı fark ettiğim, komşu kızında var diye heves ettiğim, erkek arkadaşlarıma değerimi anlamaları için emanet ettiğim, verdiği şanslarla kahramanım olarak ilan ettiğim, annem ve babamın bana önem verdiklerini hissettirerek sundukları, kolumda olmadığında yeri hazine kutusunda olanı, bende ki anlamını kimsenin bilemeyeceği, asla kimseye veremeyeceğim, yazıları tersten okumayı ondan öğrendiğim plakalı gümüş künyemi ölünce kime emanet edeceğim?
Çocuğum olsaydı doğrudan ona kalacaktı. Emanetimi erkek arkadaşlarıma verirken anlattığımdan daha da fazlasını anlatacaktım. Çocuğum olmadığına göre tabii ki tek bırakacağım kişi sonsuza kadar benimle olacak olan eşimdi. Eşime de ondan sonra kime bırakacağını söyleyecektim. O da canımın Can’ı, anne ve babamın tek torunu, ablamın tek çocuğu olan CAN…
Ona küçük notumla emaneti vermeyi düşünüyorum.
‘’Beni anmak için doğum günümde koluna tak ve adımı önce soldan sağa sonra sağdan sola oku.’’ Teyzen…FULYA…AYLUF……