Dükkânın karanlık, kasvetli halini gözleriyle izledi. İçerisi yine ırgat pazarına dönmüş. Zihni bulanıklaştı. Vitrindeki birkaç rugan kundura, püsküllü damatlıkların yanında sıralanmış. Güneş yüzünü göstermedi henüz. Kapkara gök. Kasabalılar ilçedeki fabrikasyon kundura satan dükkanlar açıldığından beri uğramaz oldu dükkâna. İşi düşen tabanına çivi çaksın diye kapının eşiğinde beliriyor ancak. Bunlar daha mı pahalı diye sordu Elif gözleriyle camekandaki parlak kundurayı gösterip. Sandalyede çivilenmiş gibi otururken sıkıntıdan oflayıp pufluyordu bir yandan. Çay bardağını ince kaşığıyla bir iki karıştırdı göz göze geldikleriyle. Dedesi sayayı dikmeye başlamış çoktan. Bir hafta önce sipariş etmişti belediye başkanı o kundurayı. Zanaatinden sual olunmaz adamsın, gidip de o fabrika işi kunduralardan alacak kadar aklı kıt değilim henüz, deyip de nasıl pazarlığa kalkmıştı herifçioğlu. Oldum olası sevmezdi bu adamı zaten. Ustalığına saygıdan falan değil, züppeliğinden özel kundura yaptırması. Bu bıcırık senin torun demek. Hayat bu, yıllar sonra karşına kocaman olmuş çıkıyorlar. Hoş beş dışında çok da derin mevzulara giresi yoktu bu adamla. Kalıptan çıkan ayakkabı çoktan dik durmaya başlamıştı. “İki günde bitirirsin,” dedi cevap alamayınca. Elif şaşkınlıkla izledi giden adamı. “Daha sohbete koyulsak dükkânın uğuru kaçar bu herif yüzünden,” diye söyleniyordu Mehmet Efendi o sırada.
Kızı elinde tek bir bavulla eve döndü. Öyle de çıkıp gitmişti zaten. Gönül ferman dinlemiyordu işte. İti kopuğu uzak tutmaya çalışsan da dibinde bitiyorlardı ya. Elif de elini sımsıkı tutuyordu o sırada. Yediye basmış. Dile kolay. Yedi yıldır ne aramış ne sormuştu ya kızı. Eşraftan Nuri’nin rugan kundurasını uzun uzadıya zımparaladı kızının kapı eşiğindeki acınası hali zihninde canlandığında. Bok yesinler, başlarının çaresine baksın karı koca, bana ne dese bu kızcağız ne olacaktı. Yedi koca yıl, ne arayıp ne sordular. “Valla baba, benimkinin suçu yok. Şirket kuracağız diye altına imza attırmışlar. Sonra da milletin parasını iç edip yurtdışı… Olan bizim adama oldu.” On yıl dile kolay. Elif yaklaştı o sırada yanına. “Dede,” ünlemesiyle irkildi bir an. Yok bünye alışık değildi sonradan bitiveren torunun bu seslenişine. İrkiliverdi kızın her cümlesinde. “Benim bebek var ya. Babaannem ona gece elbisesi dikecek biliyor musun?” Başıyla onayladı kızı. Dinliyormuş gibi yapsa kız kesin savsaklandığını fark eder, annesi gibi köpürüverirdi hemen. Zoraki bir gülümseme belirdi yüzünde. “Bana da ayakkabısını diksene dede.” Üzeri muşamba kaplı yeşil çiçekli masadaki eski ayakkabı tabanlarına ilişti gözü. Barbie bebeğe örgü ayakkabı dikmek. Bu yaştan sonra çoluk çocuğa kepaze olmak da var besbelli. Sakallarını sıvazladı bir an.
Elif’in menekşe gözleri dedenin bomboş bakışlarında sevecenlik aradıysa da nafile. Eh kadın, sen evde iki kızın kirlilerini yıka ancak. Tespih çekersin akşamında sundurmaya çöküp. Uzun bir ah’la baktı güneşin zar zor sızdığı dükkân vitrinine. Sesi içine göçmüştü sanki. Kış güneşi utangaç olur zaten. Annesine çekmiş Elif. Babası denen meymenetsizden eser yok bakışlarında. “Dur hele kızım, bunun ıstampasını çizmeli önce. Milim milim ölçeceksin evvela.” Hiçbir şey anlamamıştı dedesinin söylediklerinden. Kızı dükkâna bırakıp alışverişe gitmek de nereden çıktı? Kanından canından ama yabancı işte bir şekilde.
Masadaki henüz zımparalanmamış ayakkabıları eline alıp dikkatle izliyordu her şeyi Elif, “Benimki dantelli mi olacak o halde? Önceki ayakkabısı gece elbisesine uyuyordu. Kıpkırmızı, kurdelesi bile vardı üstelik,” diye durmaksızın konuşuyordu. La havle, diye geçirdi içinden kızın cümlelerini bittiğinde. Sipariş ediyor belediye başkanı gibi. Şöyle olsun, böyle olsun diye tatlı tatlı buyuruyor bıcırık valla. Parmak kadar ayakkabı yapacakmışım aklınca. Gamzesi belirdi Elif’in dedesine bakarken. İçindeki acıma duygusu öfkesini yatıştırıyordu besbelli. Yıllar sonra torunuyla çıkagelmiş kızı. İki gözü iki çeşme hem de. Sokağa atsan olmaz. Çek çileni işte. Herifin kodesten ne zaman çıkacağı da belli değil.
“Sevaptır be adam, torun dediğin baldan tatlı hem de.” Emine, oldum olası kıyamazdı ona. Şimdiden koynuna sokup şımartmaya başlamıştı Elif’i. Kasabada bir okula kaydetmeli şimdi. Babadan kalma dükkanla doyur doyurabilirsen iki boğazı daha. Evde yeniden çoluk çocuk sesi. Yıllardır işitmediği cinsten bir şeydi bu. İlk günlerde nasıl da yabancılamıştı bu halleri. Karı koca didişe didişe yaşıyorlardı işte. Hayıflanmanın lüzumu yok, diye geçirdi aklından. Dönseler dükkânı kapar kapamaz kahveye gider dertleşirdi kahvenin müdavimi Selami’yle. Bir ayağı çukurda olanlardandı o da sonuçta. Dedelik dediğin ölüme hayli yakın olmak değil miydi sonuçta? Arada ararmış Emine’yi de tembih etmiş, Zeynep babam bilmesin diye. Elin biri çıkıverir bir gün babayı düşman belletir çoluk çocuğa. Çayın suyu fokurduyor. Kaynayadursun hele. Dünyanın çarkına edeyim, diye söylendi içinden. Masadaki sökük sayayı göz nizamıyla ufacık ayakkabı için evirip çevirmeye başladı o sırada. Dün gibi aklında. Dut ağacından düştüğünde Zeynep yedisindeydi. Çıkıkçıda nasıl ağlamıştı “Baba!” diye. Anı dediğin sorgusuz sualsiz geliveriyor akla bir şekilde. Sövsen haline ne işe yarar.
Elif dibinde pür dikkat izliyor dedesini. Barbie bebeğin ayakkabısı için özenle kesilmiş saya parçasını zihninde dantelli, allı pullu bir ayakkabı olarak hayal etti. Annesi gibi gülüyor. Dede diye ünledikçe içi yumuşadı adamın. Başından beri teklifsizdi yakınlığı dedesine. Bir anda oyuna çevirmişti masadaki çivileri yan yana dizmeyi. Parmak kadar sayaları dibine yerleştirdi adama yardım etmek için. “Bu çiviler büyük. Bana iğne ipliği getir bakalım. Çıraklık yapacaksın demek.”
Beraber ayakkabıcılık oynamaya dünden razıydı zaten kız. Zeynep’in çocuk yüzü belirdi bir an zihninde. “Baba bunu dikecek misin şimdi?” “Tabanı için lateks kullanırsak yıllarca parçalanmaz kızım. Zanaat görerek öğrenilir. Sen de belle bunları. Belli mi olur… Kunduranın falsosu giyer giymez de çıkar ortaya, insanın alacası da yıllar sonra…” Talihine söylenmekten bezdiğini fark etti bunları düşünürken.
Vitrin camından sızan güneş ısıtır gibi oldu odayı.