Devasa gecenin içinde, bir noktada hareketsizliği yaşıyorsun. Medusa beliriyor, saçlarında çatal diller korosuyla. Öfke kusuyor karanlığın içine. Karanlık ürküyor, senin geçmişe bakan gözlerinde yaşattığın hüzünlü bir imgeye. Saçlarında gezinen parmaklarının zarif dokunuşlarını bir bir atıyorsun karanlığın ortasına ve geçmişten boynuna dolanmış günahların, hataların, budalalıkların, türlü türlü saçmalıkların içinde, sessizce uzatıyorsun avuçlarını o çatal dillerin arasına. Cezanı kendi ellerinle verirken, arındığını zannetmenin aldatıcı huzurunu yaşıyorsun. Ama onlar yok olmayacak hiçbir zaman. Karanlığın en görünen yerinde sinmiş ruhları andıran bir vaziyette bekleyecekler bir sonraki hatırlayışı…
Beliriyorlar zihninde bir ucube gibi. Vicdanın sızım sızım kulaklarında varlığını belli ediyor. Geçmişe yaptığın yolculukların, ruhuna jilet kesiği bir acıyı yerleştiriyor. Pişmanlık, yüzleşme ve türlü eylemleri ve duyguları somut bir imgeye yüklüyorsun. Günah çıkarma seansları fayda vermez bir hâl alıyor. Kilise ayinlerinde döktüğün gözyaşlarında arıyorsun masumiyetini. Sen, canını yaktıklarının görünmez oluşlarına seviniyor; ama vicdanını kendinden gizleyemiyorsun. Son nefesini verirken kurbanın, nasıl da göz göze gelmekten kaçınmıştın. Her gece rüyanda o yalvaran gözlere uzun uzun bakmak zorunda olduğunu kimseler bilmiyor.
İnsanlara yardım etmek için her fırsatı değerlendiriyor, gece herkes uykudayken kiliseye gelip bahçesini temizliyor, ikonları parlatıyor, tamir edilecek şeyler varsa onlarla meşgul oluyorsun. Bunları yaparken görünmemeye dikkat ediyor, sonradan gelen Tanrı inancını içinde büyütüp bir nevi günah çıkarıyorsun. Kaçış eylemini, hücreye atılma korkusundan ziyade katil damgasıyla ömür boyu yaşamak zorunda kalmamak için gerçekleştiriyorsun. Ama ara ara insan yüzlerinde beliren kurbanının acı dolu ifadesi, vicdanında derin yaralar açıyor. İki şeyden kaçmanın güçlüğü seni gittikçe güçsüzleştiriyor, geldiğin bu kasabada ne kadar kalacağının bilinmezliğiyle insanlarla mümkün olduğunca konuşmamaya ve göz göze gelmemeye dikkat ediyorsun. Ama ters giden bir şeylerin olduğunu fark ediyor, kasabalıların seninle ilgili gözlemlerine ve söylemlerine şahit oluyorsun.
Ev ve mabet arasında mekik dokurken insanların sana nasıl baktıklarını mırıldanmıştın.
“Ne ulu bir kişilik.’’
‘’Ermişlerin yolunda, ne güzel.’’
‘’Tanrının seçilmiş kulu.”
Oysa bu insanlar sana yabancı, sen de onlara. Güneyde bir yerde sakin küçük bir kasabaya geçen sene bu aylarda geldiğinde tereddütlü halin seni bile kuşkulandırmıştı. Kilisenin iki sokak arkasında 3 katlı bir evin çatı katında tuttuğun 2 odalı ufak dairenin penceresinden baktığında, kilisenin çanını ve arkasında uçsuz bucaksız Akdeniz’i görüyorsun. Kilisenin çanı günde 3 defa – sabah öğlen ve akşam- her çaldığında içine bir korku gelip yerleşiyor. O korkunun her gelmesinde duvarında ki İsa ikonuna yalvaran gözlerle bakıyorsun. Aklından geçenleri haykırmak istiyor; ama sonuçlarını göze alamıyorsun.
Kiliseden eve ağır ağır ilerlerken yanına gelen biri omuzuna usulca dokunup önünde saygıyla eğiliyor. Aynı şekilde karşılık veriyorsun Bu durum seni her ne kadar rahatsız etse de karşı çıkmıyor, her şeyi akışına bırakmayı seçiyorsun.
“Merhaba saygıdeğer beyefendi. Siz buralardan değilsiniz anladığım kadarıyla. Nereli olduğunuzu öğrenebilir miyim?”
Adamın sana saygı ve hürmet dolu bakışlarını dolduruyorsun gözlerine. Aklından ne söyleyeceğini geçiriyor, çelişkili şeyler söylememek için kendini sakinleştiriyorsun.
‘’Merhaba efendim. Benim nereli olduğumdan ziyade, nerede olduğumdur önemli olan. Nereden geldiğimiz değil nereye gittiğimiz bizi daha iyi tanımlamaktadır. Ben bir yolcuyum hayatta. Arayışım gerçek olanla ilgilidir. Gerçeğe ulaşmak içinse, geçmişinden arınmak gerekir. Bu felsefeyle hareket eden sıradan bir varlığım ben.”
Hayranlık dolu bakışlar üzerinde geziniyor. Adam defalarca önünde saygıyla eğilip kalkıyor. Senin bir ermiş; ya da seçilmiş kişi olduğuna kanaat getirip yanından ayrılıyor. Sen adımlarını hızlandırıyor, insanlarla diyalog kurmama kuralını çiğnemenin öfkesini evinin penceresinden fırlatıyorsun. Çığlıkların gökyüzünde tüm kasabaya yayılırken aynı zamanda öfke nöbetlerini dindirmek için ayrı bir uğraş veriyorsun.
İsa ikonun duvarda sana geçmişini hatırlatırken, bu küçük çatı katında sıkışıp kalmış bir fare gibi hissediyorsun kendini. Korkularınla yüzleşme fikrini elinin tersiyle itiyorsun. Soğumuş kahve fincanı, her zaman dağınık duran yatak, bir ayağı çatlamış tahta sandalye, içinde birkaç tabak çanağın olduğu kapaklı bir dolap, sarı renkte boyanmış duvarlar, mavi perdeli küçük bir pencere ve sen, üzerinde azizleri andıran kıyafetinle ağır hareketler sergileyen günahkar bir insan.
Evden çıkarken insanların yine o hayranlık dolu bakışlarıyla karşılaşıyorsun. Kimi önünde saygıyla eğilip yoluna devam ederken kimi ise öylece durup seni uzun uzun izlemekle meşgul oluyor. Dikkat çekmemek için çaba sarf etsen de daha çok ilgi odağı olmana şaşırıyorsun. İnsanların seninle ilgili sözlerini duyuyorsun. Kimi senin için, geçmişten gelen bir havari; kimi ise ermiş olarak görüyor. Seni hastalıkları iyi eden, şifalı ellerinin olduğunu söyleyen, görünmeyenleri gördüğünü iddia eden sözlerle ne yapacağını bilemez bir düşünceye kapılıyorsun. Kilisenin papazı, olanları duyup seninle yakından görüşmek istediğinin haberini iletiyor. Ona, görüşeceğinin haberini yollayıp bir müddet ortalıkta görünmemeye karar veriyorsun. Günlerce evde kalıyor, hiçbir şekilde dışarı çıkmıyorsun. Bulunduğun kasabayı terk etme kararı aldığında dışarıdan gelen seslerin sebebini merak ediyorsun. Pencereden baktığında evin önünde bekleyen kalabalığa şaşkın gözlerle bakıyorsun. Ne yapacağını bilemiyor, odanda köşeye sıkışmış bir fare gibi dönüp duruyorsun. Ara sıra, İsa ikonunun önünde durup anlamsız bir ifadeyle bakıyor tekrar odanın içinde dönüp durmaya devam ediyorsun. Kaçacak bir yerin yok. Ya bir aziz gibi davranacaksın; ya da içinde sakladığın tüm gerçekleri gün yüzüne çıkaracaksın.
Kapının üç kere yavaşça vurulmasıyla tüm bedenin katotonik bir hâl alıyor. Korkunun en şiddetli halini tüm vücudunda hissediyor, gözlerin yuvalarından çıkacakmışçasına büyüyor, kapıyı açmak ve her şeyi akışına bırakmak zorunda olduğun için kendine öfkeleniyorsun.
Kapıyı açtığında kilise papazıyla göz göze geliyorsun. Önünde eğilip ‘’Merhaba beyefendi’’dedikten sonra iki elini tutman için sana uzatıyor. Sende karşılık veriyor ve İsa ikonunun tam altında sana minnet dolu gözlerle baktığına şahit oluyorsun.
‘’Sevgili dostum. Sizi çok merak ettik. Günlerdir görünmüyordunuz. Başınıza bir şey gelmesinden endişe ettik. Ama görüyorum ki gayet sağlıklısınız. Sanırım inzivadasınız beyefendi. Rahatsız ettiysem özür dilerim. Size davet göndermiştim, sanırım müsait olamadınız.”
Tek kelime dahi etmiyor, nasıl böyle bir duruma düştüğünün sorgulamasını içinde defalarca kez yapmanın yorgunluğunu yaşıyorsun. Papazın merhamet dolu bakışlarına ufak bir gülümseme yolluyorsun. Papaz ‘’İyi günler beyefendi, sizi tekrar aramızda görmek için sabırsızlanıyoruz’’ deyip odadan yavaşça çıkıyor. Pencereden baktığında kalabalığın seni görmesiyle bir hareketlenmeye giriştiklerini görüyorsun. Kimi haç çıkarıyor, kimi ellerini birleştirip sana minnet dolu ifadeler gönderiyor, kimileri ise gözyaşlarını siliyor. Sen ise ‘’lanet olsun’’ sözünü pencereden gökyüzüne bırakıp yavaşça çekiliyorsun.
Kapının yavaşça vurulmasına uyandığında, içine yerleşen korku da seninle birlikte uyanıyor. Pencereden baktığında kalabalığın olmayışına seviniyor kapıyı açmak için hareketleniyorsun. Kapıyı açıyor ve geçen gün yolda karşılaştığın adamla göz göze geliyorsun. Adam ‘’merhaba beyefendi’’ deyip önünde saygıyla eğiliyor. Gözlerine bakmaktan kaçınır bir ifadeyle defalarca özür beyan edip asıl söyleyeceği konuya geliyor.
‘’Beyefendi, beni kilise papazımız Andrea Franco gönderdi. Kendileri çok hasta oldukları için bugünkü Pazar ayinini yönetemeyeceğini ve sizin bugünkü ayini yönetmeniz için ricada bulundu.’’
Bundan daha kötü ne olabilirdi ki senin için. Sen kaçtığını zannediyorsun; ama kaçtıkça gizlendikçe daha çok kalabalığa karışıyor, daha çok görünür oluyor ve daha çok tanınıyorsun. Sen bunları düşünürken adamın çoktan kapıdan uzaklaşmış olduğunu fark ediyorsun. Saatine baktığında daha ayine 1 saat olduğunu ve ne yapılması gerektiğini bilememenin çaresizliğiyle İsa ikonunun karşısında dikilip hareketsiz bir halde zaman öldürüyorsun. Asıl öldürdüğün kişinin günahından arınmak için daha ne yapman gerektiğini bilmiyor; sen sadece yaptığın iyilikler ve dindar görünümünle vicdanını sesini bastırmaya çalışıyorsun. Bu senin ömür boyu yakandan düşmeyecek bir lanet. Huzursuzluğun en dehşetli halini her gün yaşamaya devam edeceksin. O yüz, baktığın her şeyde kendini gösterecek. Duvarlarda bir silüet olarak karşında dikilecek, gökyüzüne her baktığında, o son anda ki yüz ifadesi belirip kaybolarak sana kendini hatırlatacak, yalvardığın İsa’nın yüzü bile o yüz olarak belirecek karşında. Aslında bağışlanma dilediğin İsa değil de, o masumun kendisi olacak. Son yalvarışlarının sesi gitmeyecek kulaklarından. Hadi durma, peşini bırakmayan sesleri ve görüntüleri yanına alıp git şimdi azizcilik oynamaya. Günah çıkarma ritüellerinin sonuncusunu ve en etkilisini uygula.
Kilisenin kapısından ağır adımlarla giriyorsun. İnsanlar seni görüp yavaşça ayağa kalkıyorlar. Sen, iki yanında dizilmiş insanların arasından geçerken saygıyla eğilmelerine bakıyor, daha önceden edindiğin bilgilerle ayini yönetmek için kürsüye adımlıyorsun. Başlayan ilahi tüm kilisede yankılanırken sen bakışlarını insanların yüzlerinde gezdiriyorsun. Hangi yüze baksan o masumun yüzünü görüyorsun. Karşında onlarca, bir ölünün yüzü. Acı dolu bakışlar senin suçunu yüzüne vuruyor. İlahiler çalmaya devam ederken sen ellerini öne uzatmış merhamet dileniyorsun. Sen, bir değil, onlarca insanın katilisin. Her bir yüz senin bir katil olduğunu haykırıyor, sen affedilmekten ziyade, peşini bırakmayan bu vicdan yansımalarından kurtulmak istiyorsun.
İlahi bitiyor, insan yüzleri gerçek kimliklerine kavuşuyor sen elinde tuttuğun İncil ve İsa ikonunu havaya kaldırıp ‘’Bir katilin size vereceği bir şey yoktur. Bir katilden vaaz dinlemek durumunda olmanıza gönlüm razı değil. Sizler nasıl ki bu Pazar ayinine İsa’nın ruhuyla buluşmaya geldiyseniz, ben de öldürdüğüm bir masumun ruhuyla buluşmaya geldim. Sizlerin yüzlerinde onu görüyorum, İsa’nın yüzünde onu görüyorum, nereye baksam o peşimde. Sizlerin, günahlarınıza kefaret olarak verdikleriniz şeyler, benim günahıma kefaret olarak yetmez. Ben ne bir azizim ne de bir ermiş. Bir katil olarak karşınızda dikilen zavallının biriyim.’’
Ertesi gün, kalabalık evinin önünde tekrar toplanıyor; ama bu sefer yüzler yukarıya değil yere dönük bakışları. Sen kiliseyle evin arasında ki dar sokakta, yerde huzur içinde yatıyorsun. Boşlukta, kendini sonsuzluğa uğurlarken yüzünde beliren o anlık gülümsemeyi kimseler görmüyor. Neye, niçin gülümsediğinin bilinmezliği çan sesleri eşliğinde gökyüzüne karışıyor.