İlaçla karışık bir tuhaf kokunun hâkim olduğu hastane koridoruna tekerlekli sandalyeyle bir çocuk geldi.
Annesinin itiklediği sandalyede oturan çocuk, çocuk dediğime bakma, yirmi beş yaşlarında bir koca adamdı. Yeni tıraş olmuş, çenesindeki ve dudak altındaki belli belirsiz tüylere ise dokunmamıştı.
Annesi elindeki evraklarla uzaklaşırken çocuk etrafı izlemeye koyuldu. Kendisine bakan bir kaç kişi vardı. Ben rahatsız etmemek için kafamı çevireli çok olmuştu.
"Merhaba!"dedi kendisine bakanlara.
'Merhaba!"dİye yanıtladılar kendisine bakanlara.
Utandıklarından mıdır nedir, bakmayı kestiler. İnsan ister istemez merak ediyor, "Ne oldu? nasıl oldu da bu gencecik çocuk bu yaşta tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu?" diye.
Konuşmayı o kadar seviyor ki birileriyle sohbet açmak için sabırsızlandığı belli. Bu arada vücudunun sol tarafını da kullanamadığı göze çarpıyor. Sağ eliyle cebinden çıkardığı cep telefonunu karıştırmaya başlıyor. Ona baktığımı fark etmemesi için çaba gösteriyorum. Sağ eliyle sol dizini yerinden oynatmaya ve kendisine daha rahat bir oturma pozisyonu ayarlamaya çalışıyor. Bir yandan da cep telefonunu tutuyor, yazmakta olduğu bir mesaj var. Belki de sevgilisine...
Annesi hâlâ yok ortalıkta.
En sonunda kendisine uygun bir sohbet arkadaşı buluyor, memleketin hâlinden şikayet ediyorlar hep birlikte. "Hollanda'da böyle değil." diyor ateşlice, "Burda kaza geçiren adam için Hollanda hükûmeti, adam daha memleketine dönmeden evini dekore ediyor, tekerlekli sandalyeyle rahat yaşayabilmesi için." diyor.
Derken konu Hugo Chavez'e geliyor. Nasıl oluyor da Hollanda hükûmetinden chavez'e geliyoruz, anlamış değilim. O sırada kalorifer kenarında ısınmaya çalışan ve öksürüğüyle bütün koridoru çınlatan yaşlı bir teyzeye takılmış demek ki gözüm. Üç adam, yaptıkları istişâre sonucunda, Hugo Chavez'in Amerika tarafından zehirlendiğine hükmediyorlar. Bu hikâye dördüncü adamın ilgisini çekiyor, "Kim? Kim?" diye soruyor.
"Hugo Chavez, Hugo Chavez." diyorlar. "Guatemala mı Venezuela mı ne, oranın devlet başkanı."
Adam eline kalem kağıt alıp geliyor, "Yazsana diyor ismini, neydi Şaveş mi?"
"Yazsana" diye kalem uzattığı adam, sol tarafı felçli bir genç çocuk. Son anda fark ediyor bunu ve "Sen söyle, ben yazayım." diyor.
Kodluyorlar ismi, "He, ge, yok abi naptın, o değil u, şavez değil abi, çe olacak, ama ce ve he ile yazacaksın, bakayım, yok yok olmadı." şeklinde bir kaç dakika süren kodlama sonucunda Hugo Chavez'in adı karalamalar arasında zorlukla seçilir hâle geliyor kağıdın üzerinde.
Adam kağıdı katlayıp cebine sokuyor, google'da aratacakmış.
"Ben." diyor, sandalyedeki genç, "Okumayı çok severim, tarihe meraklıyım." diyor. "mesela bu ara İkinci Abdülhamit'i okuyorum deli gibi." diyor. İkinci Abdülhamit lâfını duyan bir başka adam söze karışıyor, "Ee neymiş, hain miymiş?" diyor.
Adamlardan biri dayanamayıp soruyor, samimiyet ilerledi tabi, artık asıl merak edilen kısma gelebiliyor:
"Senin neyin var?" diyor, "Nasıl oldu bu?"
"Bu" derken kastettiği şey aslında o kadar derin ve çok ki. "Bu..." diye kestirip atıyor işte.
"Nasıl oldu bu?" derken kafası ister istemez tekerlekli sandalyeyi işaret etmiş zaten. Oradan anlıyoruz "Sen bu yaşta neden böylesin?" diye sormaya çalıştığını.
merakla dinliyoruz.
"Abi" diyor, "Benim sol tarafım tutmuyo..." bir sessizlik. Sormadan anlatsın istiyoruz devamını.
"Bir sabah birdenbire oldu." diyor.
"Birdenbire mi?" diye soruyor aynı anda iki kişi.
"Evet." diyor, "Birdenbire. Sabah uyandım, işe gidecektim, yok yok, iş değildi yaa, tatil günüydü, arkadaşlarla buluşacaktık; elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Sonra dedim ki çıkmadan önce bi de duş alayım. Girdim duşa, açtım sıcak suyu, gerisini hatırlamıyorum, gözlerim mi karardı, başım mı döndü, ne oldu bilmiyorum; düşmüşüm, hastanede açtım gözlerimi." diyor.
"Allah allah, tüh tüh..." diye sesler duyuluyor dinleyenlerden.
O an o tekerlekli sandalyedeki genç, bir bilge edâsıyla etrafına topladığı insanlara, o sandalyeye nasıl oturmak zorunda kaldığını anlatıyor. O kadar net ve o kadar doğal ki çünkü bir gün o sandalyeden kurtulacağını biliyor, bunun rahatlığı var üzerinde.
"Tamamen mi?" diyor bir meraklı adam. "sol taraf tamamen mi felçli şimdi?" diyor.
"Tamamen değil." diyor genç. Sol elinin iki üç parmağını büyük bir güçlükle oynatarak "bunu yapabiliyorum, bütünüyle değil." diyor.
Sol elinde oynatabildiği iki üç parmak onun için bir başarı simgesi. Aylarca uğraşmış o iki üç parmağı oynatabilmek için. Sol tarafı tümüyle felç olur mu hiç? O iki üç parmak oynuyor ya işte. Daha ne istiyorsun?
"İlk başlarda" diyor, "Doktor, iğneyi sokardı parmağıma, taa buraya kadar girerdi, hiçbir şey hissetmezdim, ama şimdi hissediyorum." diyor.
O iki üç parmak demek, sol tarafın tümüyle felç olmaması demek, bir umut demek, bir
başarı demek, mutluluk demek onun için.
O an sarılmak geçiyor içimden o genç adama. Tam o sırada annesi geliyor, işlemleri tamamlamış, elinde giderken götürdüğü evraklar yok.
"Hadi!" diyor oğluna.
"Tamam anne." diyor genç adam.
Sağ elinde tuttuğu cep telefonunu cebine koyuyor. Sol bacağını ve elini yine sağ eliyle konumlandırıyor sandalyeye.
"Hadi abi, eyvallah." diyor uzun uzun sohbet ettiği adamlara.
Ayrılırken sağ elini ve sol elindeki iki üç parmağı hareket ettirerek vedalaşıyor bizimle. O sol eldeki iki üç parmağın kımıldaması, belli ki mutlu ediyor onu.
Bir insanın elindeki bir parmağı oynatabilmek için aylarca çalışması, uğraşması ne demektir? Onun dimdik kanıtı gibi işte bu genç adam. Onun sol tarafı "tamamen" felçli değil ve biliyorum ki bu yaşama sevinciyle o sol elinin tüm parmaklarını, sol kolunu ve bacağını da hareket ettirecek.
Adam, cebinden çıkardığı kağıttaki karalamalar ve yanlışlıklar arasında zorlukla seçilebilen Hugo Chavez yazısına bakıyor, bense hâlâ parmaklarıma bakıyorum.