Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.
Edip CANSEVER
Rüyamda yine tek başıma araba yarışı yapıyorum abi. Sen odana doğru yürürken kapıdan bana bakıyorsun. Kafan kel, yeşilden sarıya dönmüş gözlerinden koridora kurumuş ağaç dalları düşüyor. ‘Gel beraber oynayalım?’ Adım atmaya çalışıyorsun, dikenler ayağına batıyor. Ayaklarından değil gözlerinden kan damlıyor. Babam koluna giriyor. Geniş omuzlarının heybetinden geride kalan çıkık kemiklerini incitmemeye çalışarak destek veriyor, yatağına yatırıyor seni. Kaşımı çatıp ‘Artık benimle hiç oyun oynamıyorsun,’ diyorum. ‘Belki sonra’ diyorsun. Annem seni rahatsız etmemem gerektiğini söylüyor. Ona da kızıyorum. Hırsla küçük ellerimi yumruk yapıyorum. Odama dönüp arabaları birbirine çarpıştırıyorum. Kaza yaptılar diye oyalanıyorum bir süre. Sonra birden sanki kıçıma ateş değmiş gibi birden ‘Ama abimle oynamayı çok ama çok özledim!’ diye ağlıyorum. O parmağını dudaklarına götürüyor. ‘Sus.’ Babama da, ilaç kokusuna da, hastalığına da çok kızıyorum. Büyüyünce doktor olup abimi iyileştireceğim diyorum.
Ezanın sesiyle uyandım…..Allah’a da kızıyorum.
Saat beş. Önceleri düşüncemin korkusundan kusmak isterdim. Bugün Salı. Salı sallanır, çarşamba çarşafa dolanır, perşembe perişanlık, cuma mübarek gün. Camdan bakıyorum. Gökyüzü deniz gibi, şubatın soğuğuna inat bu saatte güneş halen ışıltısını çekmemiş içine. Batarken de parlıyor. Bu kez kanmayacağım size! Yoldan geçen tek tük insanlar; marketten dönüyorlar belli, poşetli, maskeli, eldivenli, endişeli, aman rüzgârdan nem, uçandan kaçandan virüs kapmayın. Bir an önce eve ulaşmanın, kendilerini,ldıklarını havalandırıp temizlemenin telaşı içindeler. Daha da kollayın pamuklara sardığınız canınızı.
Yolun ardı ormanlık alan, alabildiğine zeytinlik. Zeytin ağacı; hayatın, hasadın, ölümün yuvası. Tamam, bekleyin, geleceğim.
Aşağıdan annem sesleniyor. “Nasıl geçti oğlum dersin?” Bir yıldır o ekrana bakmanın bıkkınlığını, artık bugün içim alamadığı için online derse girmedim.
“Her zamanki gibi anneciğim, çok iyi geçti!”
Annem….Elinde kalan tek evladıyla gurur duyan annem… Evin, sülalenin, okulların medarı iftarı olan oğlu dört yıl sonra doktor çıkacak.
Oğlu… Abisi kadar olamasa da yine de yakışıklı. Onun gibi sarışın, badem gözlü, boylu poslu oğlu… Bir yıldır bilgisayarın soğuk filtresinden aldığım dersler bir zamandır tutundukları anlamda değiller. Babam akşam yemeğine ne istediğimi soruyor. “Zeytinyağlı yeşil fasulye.” Çantamı bir kez daha kontrol ediyorum. Aynada yüzüme bakıyorum, genç tenim, vücudum atletik… İşe yarar!
Aşağıya inerken ikisinin de bakışlarında, çok özlenen mutluluk ışıltıları var, gelecekleri var. Sürüm sürüm süründükten sonra kör topal ayağa kalkan, yeşertmeye cesaret edebildikleri haklı gururları var, ben değil… İstemiyorum. Onları çok seviyorum.
“Biraz dışarıda basketbol oynayacağım. Beşiktaş maçına yetişirim.” Annem çantama muz ve su koymaya çalışırken hemen elinden alıp kendim yerleştiriyorum.
“Saat yedide, gecikmeyesin” diyor babam. “Tamam babacığım, gecikmem.” Keşke siz de geç kalmayaydınız. Kızıyorum böyle düşünmeme sonra. Bunca yıldır bu acizliğimden vazgeçemedim. Utanıyorum.
Bugünü farklı kılan ne ki? Beşiktaş maçı olsun hadi. Yaşa be Kara Kartallarım! Benim şerefime galip gelin bugün. Ezin geçin. Sizin her karşı çıkışınız, benim her boyun eğişime merhem oldu. “Feda olduğum, takımım olsun.”
“İnce giyinmişsin Ardacığım, üşürsen?” demeseydi babam, halimin farkına varmazdım. “Dert değil, antrenmanda ter atacağım zaten.”
Sahildeki basketbol sahasına iniyorum. Tekaüte çıkmış, ancak dünyaya kazık çakacak kadar dinç görünenlerden ibaret yazlık sitenin denizinde tek tük yaşlı komşumuz, plajda egzersiz yapıyorlar. Onlar da beni çok sever. Selamlaşıyoruz.
Evvveeett Ardacığım. Önce ısınalım… İşte böyle ısınacaktın dünyaya da oğlum… Pattadak içine doğduğun ev de ısınmış olmalıydı… Keskin sessizlikte buz gibi soğuk değil. Kortu tavaf edercesine başladım koşmaya. Koştum... Senden sonra abi, bir ömür neredeyse koştum. ‘Çabalamadın,’ diyemezsin. Annemin o boğucu geceler, günler, seneler boyu kapandığı, perdeleri açamadığı, gözü kapalı, gönlü kapalı kapkara odasında, böğürten acılarıyla iki büklüm halde kendinden geçerken….Saçlarından öptüm, kolonya ile yanaklarını silmeye çalıştım, becerebildiğim kadarıyla limonata hazırladım. Gece yatağımda aklıma yere şeker dökmüş olabileceğim geldi. Kalktım temizledim.
Top sürüyorum. Pas vereceğim kimsem yok. Varmış gibi havada salvo yapıyorum. Zıplamak için esintiden güç alıyorum. Veeee şut! Potaya girmiyor. Evden seni gömmeye giderlerken de pota giremedim abi. ‘Gelmen uygun olmaz yavrum… Şimdi… Ben… Bunları düşünecek durumda değiliz, daha beş yaşındasın.’ Sonraları hep uygun ve uyumlu oldum…
Top sürüyorum. Hızla pas attığım tarafa koşup, kendi topumu yakalamaya çalışırken dışarıdan şebeğe benzediğimi biliyorum. Çocukken annemin yüzünü bir an güldürebilmek, babamın bir kırışığını yok edebilmek uğruna ne akrobatlıklar yaptım. Ergenliğe girince yaptığım hareketler; sivilceli bir yüz, koca bir burun, feci çatallaşmış sese uygun düşmeyince, çareyi derslerde buldum. Zaten beni sıkıcı bulacaklardı arkadaşlarım. Her takdir edilişimde annemin gözlerindeki pırıltı çekinerek arttı. Çok çalıştım, çok birinci oldum. Başardıkça var oldum… Çok yoruldum...
Üstümden ter boşanıyor. Su içiyorum. Ağzımdaki metalik his, burnumdan yumuşamış halde çıkıyor. Yetti Arda burnumdan getirdin! Ağzımdaki kekremsi tat azalmıyor. Saat altıya yirmi var. Maça bekler beni babam. Top sürüyorum. Zayıflıktan ellerini kaldıramayacak haldesin, annem ağzına şırıngayla su veriyor. Göz pınarında bir damla yaş, inişini takip ederken göz göze geliyoruz. Bakışında sevgi var, biliyorum. Uçucu, eğreti. Şut çekiyorum. Top yine çemberden sekiyor. Kalk artık diyorum içimden sana, kalk. Hep hasta olmana çok içerliyorum. Sana kızamayacağım kadar kötüleştiği için durumun, kendime kızıyorum. Saçlarımı koparıyorum, tırnaklarımı çekiyorum. Canım seninki kadar acımıyor yine de. Kan fışkıran gürbüz yanaklarımdan utanıyorum.
Topu attım mı atmadım mı bilmiyorum. Mezuniyet balosundayım. Üniversite sınavında neredeyse ful çekmişim. Hesapsızca içiyorum. Psikoloğun verdiği ilaçları bastıracak kadar dibine vuruyorum. ‘Öz yıkım,’ demişti kadın. Özüm her ise ona dümdüz gitmek, silindirle ezmek istiyorum. Olanca çirkinliğimle, çirkinliğime ağlıyorum. İnekliğime. Kurtarılmış hayatlarında büyümüş sınıf arkadaşlarım nasıl davranacaklarını bilemiyorlar, birkaç kız beni tuvalete yetiştiriyor. Onların bakışlarında şefkat var. Oysa seni kimseye anlatmadığımı biliyorum… Kendimi kusuyorum… Seni tutuyorum…
Turnike yapıyorum. Küçükken ölümü tedavi etmeyi, bir arabayı onarmak gibi bir şey sanırdım. Doktor olacağımı biliyordum. Tercihlerimde hiç İstanbul yazmadım. Yeni bir şehirde, beyaz bir sayfa açıp, işe yarar bir “ben” ile yoluma devam ederim diyordum. Demek bu kadarlıkmışım, iki yıl ancak dayanabiliyorum. O nefessiz gecelerden birinde, annemi telefonda arkadaşıyla konuşurken hatırlıyorum. “Arda mı, ne yapsın, odasında araba yarıştırıyor. Varlığı yokluğu belli değil, yas çocuğu…” Orospu çocuğu olmak isterdim. Oysaki başı daha çok ağrımasın diye sesimi yutardım. İkisine de Türk kahvesi pişiriyorum, orta şekerli, bol köpüklü. Daha da parlak çocuğu oynuyorum.
Tişört üzerime yapıştı, durduramıyorum hızımı. Üniversite sınavlarına hazırlandığım bir akşam okuldan üç kız arkadaşım cıvıl cıvıl mesaj atmışlardı. “Sürpriz… Sizin evin sokağındayız. Gel aşağıya baklava ısmarla bize…” Annemi akşamları yalnız bırakamazdım, inmemiştim… ‘Ben’ inmedim… İsteyerek inmedim… Kimse dayatmadı… Ne yapmışsam ben yaptım!
Son hızla potaya yükseliyorum. Top, ellerimdeki yarınları potanın içinden akıtarak zemine çarpıyor. Avuçlarımdaki teri toprağa siliyorum. Aceleci bir karınca sırtlamış yükünü, nereye gideceğini çok iyi bilen adımlarla yol alıyor.
Çantamı son kez yokluyorum. Not yazmıyorum. İzim kalmasın. Cep telefonumu kapatıyorum, yürümeye başlıyorum… Halatı âdemelmamım üzerinde olacak şekilde nasıl yerleştireceğimi, beni çağıran zeytin ağacının yerini çok iyi biliyorum.