Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Ümit Yaşar Oğuzcan
Radyoda Timur Selçuk “ Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” diyor ve devam ediyor şarkısına. Elimde sigaram ben en azından dumanına asılıp kuyulardan yükseliyorum.
Dağılıyorum, dalıyorum, geçmişin derinliklerinde soğuk buz gibi ortamda buluyorum kendimi.
Evin önündeki kahvaltı masamızın üzerindeki yeşil örtülü kutuyu dün gibi hatırlıyorum. Bir adam boyu uzunluğunda. Etrafında insanlar, nedenini anlamıyordum ama ağlıyorlardı. Ben ve benden bir buçuk yaş büyük ablam için, bu gün öncesi olmayan doğum günümüzdü. Dünyadan bihaber saklambaçımıza devam ediyorduk.
Ekmek parası İçin dağları tepeleri aşan babamız, eve dönüş özlemiyle tatlı uykunun koynuna direksiyon başında teslim olunca bizleri bir daha kucağına alıp sevemedi. Ne hayalleri vardı oysa, bizlere o çok sevdiği büyük şehirleri anlatır, gelecekte birlikte gezme, gösterme sözleri verir, “Belli mi olur babanız çok çalışır, çok kazanır, sizleri o büyük şehirlerin büyük semtlerinde yaşatır.” derdi.
Sen de onu hiç sevmemişsin. Bizleri, sevgisiz rol gereği kocanı mutlu etmek uğruna dünyaya getirmişsin ki daha elli ikisi okunmadan, ruhen, fiziken ve bedenen terkederek apar topar sevdiğine kaçmışsın.
“Bizi bizsiz, bizi sensiz bıraktın. “
Saçlarımızı okşar mıydın hatırlamıyorum. Kokun varmıydı sana özel? Gözlerin ne renkti ? Ergenlik yaşlarımda, senden önce girdiğim bir kuyumcuya ardımdan girmiştin, meğer kokunda varmış, sesin de kulağımda hapsolmuş. Seni sesinle ve kokunla hissettiğimde gözümün önündeki altınlar çamura dönmüş, arkama bakmadan senin yaptığın gibi kaçmıştım kokundan, sesinden. Sen de hissettin mi, bir acı düştümü acaba kalbine, o gün bugündür ve her daim bu sorular peşimi bırakmaz sorgu yargıçlarım.
Kaçışlar, terk edişler, ellerimiz boş kalacak korkusu hala çözülmemiş travmalarım. Yenmek için üzerine üzerine gidiyorum, sevdiğim kadınları nedensiz niçinsiz terkettim hep. Kaçtım masalardan, kaçtım birlikteliklerden. Kuramadan uzun soluklu ilişkiler. Bağlanamadan hiç bir çıpaya, babaya. En sevdiğim dostlarıma dahi dolu dolu, samimi sarılmaktan kaçındım. Ablam gibi tutunacak dallarım, merdivenlerim yoktu, içimde hep bir şeyler eksikti, dönüp durdum, dönüp durdukça genişlettiğim kuyumun içinde.
Ablam evcilik oyunlarında bebeklerine rol verdiği terapi oyunları ile travmasını kolayca halletti. Her oyunda anne rolünü oynamış, hep elindeki bez bebeklerini güldürmek, mutlu etmek üzerine hikayeler anlatmış onlara. Mutlu bir evlilikle kocasına, çocuklarına örnek bir ana oldu. Bense kadına o mutluluk duygusunu tattırmayı hiç düşünmedim. Evlilik benim kozmosumda en son sığınacağım gezegendi.İçimde sevgi, şefkat odacıkları oluşmadı ki onları büyüteyim, olgunlaştırayım ve aileme geçireyim.
Ablam kendini yapma bebekler ve evcilik oyunlarıyla oyalarken, ben yaramazlığa sığındım çocukken. Babaannem illallah çekti benden. Komşunun kedisine işkence, tavuğunun kafasını kesip serbestçe sağa sola koşuşturmalarını keyifle seyretme, zavallı kuşlara bahçede kapan kurma, kelebekleri, arıları , karasinekleri yakalayıp itinayla kanatlarını koparıp kaçmalarını engelleme ve birbirlerine kırdırma oyunlarım diğer arkadaşlarımınkilerden sıradışıydı.
‘‘Acıtmak, ağlatmak, zevklerimin objesi yapmak, işkence, hatta söylemeye dilim varmıyor ama öldürmeye varan bir istek, sanki bir oyun, geçmişte kalmış bir acının intikamı gibiydi. Kendimi dizginlemede zorlanıyordum. “
“Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı.”
İnançsız, duygusuz, sevgisiz kuru bir ağaç gibiyim. Su almaz oldu köklerim. Yeşillenmiyor dallarım. Kendi fanusum da kendimin mutsuzluğunda huzursuz herkese düşman yaşıyorum.
Keşke senin de kanatlarını koparsaydım da uçamasaydın.
Hiç yeşil erik sevmem mesela. Bizi terk edişin yeşil eriklerin dalları yere eğdiği mevsimdi. Bahara yaza merhaba desek te benim mevsimlerim ayaza çekmişti. Sen gideli buralar susuz, bereketsiz toprak suya hasret kaldı, biz bebeler de sana.
Herkes için baharlarda kavak yelleri eserken, bana hüzün rüzgarları…
Sen gittin ya, arkandan bıraktığın mavi gökyüzü kömür karası, yıldızlar parlamıyor, güneş rotasından sapmış. Kalsaydın yokluğunla yok olmazdık hepimiz, kaçmakla mutluluklar kapında hazır olda değil. Değilmiş te zaten. E bizim suçumuz neydi bu oyunda ? Dışarda yaprak kıpırdamıyor, yüreklerimiz öyle susmuş sana bana, tik takları duyulmuyor.
Cam kırıklarına basarak yürümek yürümek, içimdeki acıyı koyu kan kırmızısı tabanlarımdan boşaltmak, ruhumu hafifletir mi bilmem?
Bir kağıdın el kesmesi gibiydi gidişin, sadece gittiğin yeri kanatmıyor, bıraktıklarını da ala boyuyor.<br> Gittin gideli, buralara oldu olanlar. Tadı yok sevdaların, aşkların, yeme içmenin kısaca hayatın.
Gönlünde, sadece ama sadece bir kez duysaydın, duyargalarını açsaydın, bizsiz susuzluğunu kekremsi tatlarla boğazında hissetmeye, kaçıp gitmeye niyetlendiğinde bacaklarının geride bıraktıklarının yürek titretmeleri ile dağıldığını, yavaş yavaş çözüldüğünü hissetseydin, kalbinin yüreğinin parça parça saçıldığını görseydin arnavut kaldırımlarına, yine de gider miydin ?
Sana da hak vermiyor değilim, küçük yerleşimlerde kadının adı yok. Adı olmadığı gibi sevdiceğine varma şansı da yok. Sanki ömür boyu senle beraber yaşayacaklar mış gibi senin adına karar verir büyükler.
Şöyle bir içinden pişmanlık geçer mi çok merak ederim. Gönül mahkemelerimizde sorguya çeksek şunları mı dillendirirdin bilmem.
“Gitmek istiyor muydum, gitmesem olur muydu bilemedim? Karşı konulmaz selde, nehirde kırık dal parçası gibi dibi belirsiz azgın su nereye götürürse oraya savruldum mu ? Bilmiyorum hakim bey.”