1 dakika okundu
Kırmızı Kanat/Emine AYDOĞDU

Doğan güneşin güzelleştirdiği bahçede sabah kahvaltıları yapılır, fıskiyenin sesiyle serçelerin sesi birbirine karışırdı. Kırmızı Kanat koltuğunda oturuyorsa, hatip kesilirdi. İki dudağının arasında bugün ve dün öylesine birbirinin içine girerdi ki zaman bir tekerlek gibi dönerdi. Özellikle gençler, geçmişi, bugünü ve yarını birbirine karıştırırlardı. Hangi zamandan söz edildiğini anlayamazlardı. Hele de söz kuşlara gelmişse, ortalık neşeye boğulurdu. Vakitsiz gelen her kuş, mucize sayılırdı. Mucize ise, umudu getirirdi. Umut bir kıvılcımdı. Büyüğü küçüğü olmazdı. Kırmızı Kanat öyle diyordu.

Kendi başına bir dünya olan bahçenin, kendi duyguları vardı. O duygular, içinde yaşayan her canlıya kolaylıkla geçerdi. Sadece bahçede değil, insanların gözlerinde de güneş parıl parıl parlardı.

Kırmızı Kanat, gençliğinde gülüşüyle güneşi bile satın almıştı. Açık pencerelerden savrulan saçları, gözler ve aynalar karşısındaki provaları, aslında yalnızca aşk içindi.

Yaşamda tek yanıltıcı olmayan duygunun peşindeydi. Düşlerin kolaylıkla satın alınabileceği, aşkın asla satın alınamayacağını, genç yaşında öğrenmişti.

Taş yığınlarının üzerine oturmuş, onu beklerken nasıl heyecanlandığını canlandırdı gözünde. Kalbinin yıkıldığını ve bu yıkılışın, ölüler ve tanrılar gibi erişilmez olduğunu bir kez daha anımsaması, kalbinde yeni bir acıya neden olmadı. Gençliğinde yaşadığı zamanla, bugünün, artık hiçbir bir ortak yanı yoktu. O dönemdeki zaman, yitip, yok olmuştu. Düşlerin hatıralarını yavaş yavaş bozduğu, kendi içinde bile yoktu.

Sofranın neşesi bir dalga gibi çarptı yüzüne. Her ayın ilk cumartesi günü öğrenciler sabah kahvaltısına gelirdi. Gençlerin coşkusu, umudun tükenmediğini muştulamasına rağmen üşüdü; omuzlarını saran mor şalı boynuna doladı.

Gölge’nin dışındaki herkes gitmişti. O da bahçeyi sulayıp çıkacaktı. Kapı çalınıyordu. Gölge, usulca kapıyı açtı, bir iki saniye durakladı,  sonra da hışımla çarpıp çıktı.

Kırmızı Kanat, dünyaya yüreğinin penceresinden bakan tutkulu bir militandı. Her erkeğin ona hayranlıkla bakıp, tutkuyla bağlanması anlaşılır bir şeydi. Kasırga gibiydi, geçtiği, dokunduğu, her şeyi kendisiyle beraber sürüklüyordu.

Rüzgârda savrulan ateş kızılı saçları, uzaktan kırmızı bir kuşun kanatları gibi görünüyordu. Adımlarıyla toprağın kalbine dokunduğu söylencesi, dilden dile yayılmıştı; nefesini tutarak ve kendi varlığını unutarak, bakabileceğin bir güzelliğe sahipti.

Arime’nin öfkesi hiç dinmemişti. Gölge, Arime’yle aynı ortamda bulunmaktan hoşlanmadığı için kapıyı çarpıp çıkmıştı.

İki kadının elleri, beyaz masa örtüsünün üzerinde, birbirine meydan okuyordu. Nefret, tutkuların en karmaşığı olduğunu, bir kez daha gösteriyordu.

“Öldüreceğim seni.”

Ekmek bıçağını kalbinin üzerine yaklaştırmış, saplayacak mış gibi tutuyordu.

“Korkma! Bitir işini! Acımak, kimsenin sığınağı olmamalı.”

“Bir kere bile özür dilemedin.”

“Bağışlanmaya ihtiyacım yok. Senin var mı bilmem?.. Kimsenin önünde diz çökmedim. Ölümün bile!”

“Çevrende o kadar insan öldü, sana neden hiçbir şey olmadı, Söylesene?..Neden?.. Seni ayakta tutan ölüm ve kan, onlarsız yaşayamıyorsun.”

“Bırak bu zırvaları da asıl meseleye gel. Hâlâ yalan söylüyorsun, kelime oyunlarıyla zaman kazanıyorsun, onu, sen öldürdün. Ölüme bu kadar yakınken bile yalana sığınıyorsun. Lanetli ateşinle yaktın kardeşimi. Sen hâlâ arsızca yaşarken, o gencecik yaşında bir dağ eteğinde…Senin lanetli bedenin, onu esir aldı. Aklı, uçup gitti sanki.  Seni bulmak için nelerden vazgeçtiğini hiçbir zaman bilmeyeceksin?”

“Bilirim, vazgeçişin nasıl bir cehennem ateşi olduğunu çok iyi bilirim…Onu tanıdığımda, yirmibeş yaşındaydı. Onlarla sabaha kadar geçirdiğim ilk gece, aklı, şehvet fışkıran bedeni, incecik yüzü beni çekmişti. Sabah, onu görmek için kampa bir kez daha gittim. Ağaçlarının altındaydı. Karşımda duruyordu. Onu, benim gözümde arzuya dönüştüren neydi acaba?.. Bunu o zaman bilmiyordum. Şimdi de bilmiyorum. Bazı şeyleri çözmek için bir ömür yeterli değil. Altın sarısı yaprakların üstünde…

...

Zaman içinde, onu istemenin yalnızca onu arzulamakla sınırlı olmadığını, onunla beraber, bu dünyada dokunduğu, hissettiği, baktığı ne varsa, hepsini tutkuyla istediğimi, kısa sürede anlasam da bütün gizi çözemedim. Onu sevdiğim zamanlar çok acı çekiyordum. Bir o kadar da mutluydum… Bir daha asla öyle mutlu olamadım.”

“Şu duygu kırılmalarını, şimşek çakımları gibi görünüp kaybolan o kısacık anları, nasıl da büyüterek anlatıyorsun. Abartma konusunda kimse eline su dökemez. Cehennem  ateşiymiş, sen nereden bileceksin cehennemi?.. Şu hayatta sana acı çektirecek hiç kimsen yok. Ne  çocuk, ne koca, ne kardeş… Bu öğrencileri de kendini avutmak, varlığını kanıtlamak için topluyorsun.”

“Çocuktum, açlığı, savaşı, kaçışı, hayatta kalmayı, yaşayarak ve sınırlarda durdurularak öğrendim. Her şeyi en çıplak haliyle yaşayıp, bundan acı duymamayı öğrendim. Benim gözümde her şey bir oyundan ibaretti. Bütün çocukların gözünde olduğu gibi. En berbat koşullarda kaybolurken “yeniden doğma” hayaline tutunmaktı, bütün yaptığım. Şimdi soruyorum sana, ben mi, cehennemi bilmiyorum? Güldürme beni, cehennemde büyüdüm ben.”

“Hâlâ çocuk gibisin; gerçeği ifade etmekten korkuyorsun.”

“Yapma! Anlamsız şeyler söylüyorsun. Gerçek? Hangi gerçekten söz ediyorsun? Gerçeğin korkuçluğuna tanıklık ettin mi? Senin gerçeklik bilgilerin tamamen tarihsel, yani bize miras kalan, parça parça algıladığın, uydurulmuş yalanlar; anlıyor musun beni? Anlamanı beklemiyorum, ama şunu biliyorum; sen kendini bir türlü iyileştiremedin. İnsan kendisiyle iyi değilse, hiç kimseyle iyi olamaz, bunu, bir türlü kavrayamadın, kavrayamadığın için de sürekli saldırıyorsun, bunu yaparken de en çok zararı kendine veriyorsun.”

“Yanılıyorsun nefretimi dizginlemeseydim şimdiye değin çoktan öldürmüştüm seni.”

“Nefret dizginlenecek bir duygu değil. Sen, kardeşini görüyorsun bende.”

“Kızım gibi konuştun. Neden, neden, seni hala öldüremiyorum?”

“Filistin’e benzediğim için… bende onu gördüğün için… olabilir mi, sence?..”

Elindeki bıçağı savurup attı. Bıçak fıskiyenin  sularını yalayarak bahçe duvarına çarptı.

“Sen yapmama cesaretini gösterecek kadar cesur bir kadın olmuşsun.”

“Sus artık konuşma. Gerçeği söylemeyerek aramızdaki bütün köprüleri yıktın.”

“Hangi gerçekten söz ediyorsun? Gerçeği duyacak kadar cesur muyuz acaba? Gerçeği duymak korkunçtur. Yüzleşmesi daha da korkunç. ”

Arime’nin hafızasındaki anılar, şimşek gibi parlayıp sönüyordu. Filistin, onu ölecek kadar sevmeseydi, öldürmek daha kolay olacaktı. Kırmızı Kanat’ın gözlerinin içine bakarken derin derin nefes alıp verdi, ardından  da Gölge gibi kapıyı çarpıp çıktı.

Kırmızı Kanat’ın bugünkü hayatı, geride bıraktığı bir geçmiş miydi? Artık kendisi de bundan emin değildi. Yorulmuştu, ruhunu kuşatan yorgunluktan kurtulmak için geceye sığındı. Gece, bütün zarafetiyle onu rüyâlara davet ediyordu.

Emin olduğu tek şey; geride kalan, çekip gitmeyen gecenin getirdiği rüyâlardı.

Soluyup gökyüzüne savurduğumuz, havada kuşlara yem diye döktüğümüz rüyâlar. Bu rüyâlar, Filistin’in gecesine ayın ışığını taşıyordu.

Filistin, sabahlara gönül koyardı.

“Sabahlar, güneşi karşıladığı için bizimle kalmaya tenezzül etmezler. Bizde kalan, çekip gitmeyen gecenin rüyâlardır,” derdi.