Anlatılanlara göre Aziz; kendi hâlinde yaşayan, kimselere karışmayan bir insandı. Kimine göre bu dünya ile ilişkisini kesmiş, kimine göre de zaten aklı kıt biriydi. Çoğu kişi de onun her şeyi bilen ama kimselere söylemeyen bir bilge olduğunu düşünüyordu. Kimsenin beklemediği bir anda askere gidince herkes şaşırmıştı.
Askerlik esnasında çürüğe çıkıp terhis edilmiş ve hiç bilmediği bir yerde, hiç bilmediği bir dilde yapayalnız kalakalmış; hatta aylarca sokakta yatmış. Bir gün polisler alıp karakola götürmüş; ancak zavallı Aziz, Türkçe bilmediği için derdini anlatamamış. Bir süre sonra her soru karşısında bakmışlar ki derdini anlatamıyor, susmaya başlamış.
Polisler bilinçli yaptığını düşünüp üstünü başını aramışlar; cebinden askerlik bilgilerini içeren bir kâğıt görünce de memleketini tespit edip köyüne göndermişler. Köye geldiğinde unutulmuş olan Aziz, hayata küserek iç dünyasında kapanmış; Bir çeşit deliliğe vurmuş kendini, ağzını bıçak açmaz olmuş ama söylenen her şeyi de yerine getirirmiş. Köye geldiğinin kışında, o kara kışta, o uğursuz günde, Başını alıp Kuşkaya Dağı’na doğru gitmiş kimseye haber vermeden. Hım Hıme Kadın görmüş onu. Aziz, Hım Hıme Kadın'a;
"Allah sizi cezalandıracak," diye bağırıp hızla geçip gitmiş yanından, tipiye karışmış; bir daha da dönmemiş.
Günlerce Aziz’i aramış köylüler. Umudu kesince de aramaya son vermişler, ta ki karlar eriyip toprak yüzünü gösterinceye kadar. Karlar eridiğinde bir çoban bulmuş Aziz’in cesedini; elleri göğsünde kavuşturmuş, bir ağacın dibinde. Haber verilmiş akrabalarına, gelip almışlar Aziz’in cesedini.
Aziz saf, temiz ve akıllı bir kişi olduğu için kendini toplumun kirliliğinden soyutlamak için kendine bir dünya yaratarak bu tek kişilik dünyasında kimsenin yaşamasına imkan tanımıyordu. Konuşulanları, tartışılanları uzakta izler, bazen gülerek bazende üzülerek sessizce ayrılırdı o ortamda. Yardımsever olmasına rağmen bunu belli etmez ama istenilen her yardımı da yapardı.
Köy çobanından sonra köyün en az konuşan kişisiydi. Her sabah erken kalkar köyü kolaçan ederdi verilmiş bir görev gibi. Her şeyin yolunda olduğunu gördüğünde eve döner, görevini yapmanın huzuruyla dinlenirdi. Yine böyle bir günde köyü dolaşıp eve dönerken Hanim gelini ağlar gördü. Üzüntüsünü belli etmeden yanına yaklaştı, sessizce oturdu, önündeki kuru ot parçalarını gelişi güzel söktü, savurdu. Lafa nerde gireceğini bilemedi. Hanım gelin onun konuşmasına fırsat vermeden “Beyim beni sokağa attı. Sebebi ise çocuklarımızın olmaması,” dedi. Aziz, geldiği gibi sessizce gitti.*
Hanım gelinin ağlamasını içerlemişti. Biraz uzaklaşınca geri döndü Hanım gelinin yanına. ”Artık ağlama.“ derken gözyaşlarını da tutamadı. Teselli etmek için gördüğü bir rüyayı anlattı. Rüyamda;
“Karakuz’dan köye gelirken tipiye yakalandım. Tipi de göz gözü görmüyordu. Tam umudumu kesmişken bir genç çıktı karşıma. ”Kimlerdensin?” dedim.”Hanım'ın oğluyum. “dedi. O kadar sevinmiştim ki çığlıkla uyandım.” dedi ve ayrıldı.
Tam eve girecekken Hanım'ın kocası gördü. Gördüklerini anlattı, rüyasını anlattı. Beraber hanımın yanına giderek gönlünü aldılar.
O yaz hanım hamile kalmıştı. Hamileliğin kerametini Aziz’e bulan Hanım köyde herkese anlattı bunu. Aziz, durup dururken “aziz” olmuştu.Hikaye dilden dile dolaşırken çevre köylere bile ünü yayılmıştı.
Kendisini ziyarete gelenlere bir kerametinin olmadığını söylese de kimseyi ikna edemeyince kendisi de artık “aziz”liğin rüzgarına kaptırmıştı.
Dirisinden bihaber olan köylüler, ölüsünde haberli oldular. Zaman içinde Aziz’in kerametleri anlatılarak olur-olmaz kerametler yüklüyorlardı. Zaman içinde öldüğü ağaç kutsanarak dilek tutmalar başlamıştı.
Köylü, sıkıntılı zamanında bir aziz yaratmıştı sanki.