Pastanenin kocaman bir gözlüğe benzeyen yuvarlak vitrin camlarını görünce rahatlardı. O camlar, nice korkularını, nice heyecanlarını görmüştü… Okumaya geldiği başkentin acemisiyken, kaybolduğunda ulaşmaya çalıştığı merkez hep orasıydı. Sabahları dolmuştan inince o koca camların önüne gelir; iştah kabartan kokulara aldırmamaya çalışarak otobüsünü beklerdi.
Şimdi pastanenin içinde rahatça oturuyordu. Kokular açlığını değil, geçmişini tetikliyordu. Gençliğinin tanığı, yitikliğinin pusulası bu pastane de kendisi gibi dingindi artık. Kalabalıklaşan başkentin göbeğinde yalnızlaşmış, eski müşterilerini özlüyordu sadece. Dışarıdaki hayatı, her bir bakışta ayrı bir tabloymuş gibi sunan büyük gözlüğünün kahverengi çerçevesi solmuş, Gülay gibi yaşlanmıştı. Sararmış duvarlarda solgun fotoğraflara takıldı gözü… Beş katlı düğün pastasını kesen gelin ve damat… Hemen yanında, ilgisiz bir deniz manzarası… Bir başka fotoğrafta eski bir Başbakan ve eşinin pastanedeki çay keyfi… Çerçevelenmiş gazete kupürlerinde oraya gelmiş sporcular, mankenler… Kim bilir her biri neredeydi şimdi? Hangileri yaşıyordu?
Eskiden içerideki kalabalık yüzünden hep gıcırdayan ahşap zemin, artık sadece Semih Usta ortaya doğru yürürse inleyerek cevap veriyordu. Tahta masalarda bir zamanlar canlı renkleriyle göz alan plastik çiçekler bile solmuştu. Kalın yuvarlak arkalıklarıyla müşterileri kucaklayan ağır ahşap sandalyeler boştu. Tozlu kristal avizeden yayılan cılız ışık, içeriyi aydınlatmaya yetmiyordu. Pastel bir tabloya dönüşmüş yaşlı pastanede, eskimiş eşyalar, derin bir düşe dalmıştı sanki. Solgun ve sessiz tuvalde ışıldayan tek şey, Semih Usta’nın yıllardır arkasında durduğu bombeli cam büfeydi. Gülay’ın ruhunu geçmişe bağlayan ise; mahlepli poğaçaların, tarçınlı keklerin, çikolatalı pastaların görüntüsü değil, sessizlik içinde yüzen koku bulutuydu.
Gülay, koku bulutunun üzerinden gençlik yıllarını, hayata tutunmaya çalıştığı zor günleri izliyordu. Birden şamatacı gençlerin gürültüsüyle irkildi. Kapı açıldığında, onlarla birlikte kış da girdi içeriye. Ayaz kokusu, ince bir iğneden zerk edilen ilaç gibi genzini yaktı. Ne mahlep ne tarçın kokusu kaldı. Arka taraftan telaşla gelen Semih Usta siparişleri hazırlarken, gençlerin enerjisiyle her şey uyandı. Sessizliğin ve hüznün yerini neşeli sesler, loşluğun yerini gençliğin güçlü ışıltısı doldurdu.
Gençler gittiğinde, dinginlik ve yaşlılık yeniden sahne aldı. Semih Usta, onların ardından bir süre bakıp “Ah gençlik ah…” dedi ve arka tarafa geçti. Gülay, Semih Usta’nın pastanenin ortasında asılı kalan sözlerini düşündü. Genç olmayı istiyor muydu o da? Hayır, kesinlikle hayır! Yeniden mücadele edecek, yaşadığı âna ulaşacak gücü yoktu. O gün orada, gençliğinin basit bir düşünü yaşıyor olmaktan mutluydu. Dışarıda değil içeride olmak, sıcak salebini yudumlarken lapa lapa yağan karı izleyebilmek… Buna ulaşabilmesi yıllarını almıştı… Bu günleri düşleyen gençliğine üzülüyordu sadece. Bu kadar basit bir şeyi düş olarak görmesine.
Yıllardır Kızılay’ın göbeğinde, bir kalp gibi, gece gündüz demeden ritmini koruyan dolmuş durağı, pastanenin tam karşısındaydı. O mavi kalp, Güvenpark’ın içinden, şehrin damarlarına bıkmadan, usanmadan siyah giysili insanları pompalıyordu. Herkes Ankara’ya “Memur şehri” dese de Gülay’a göre Ankara’nın kendisi memurdu. Emeklilikte bir sahil kasabasına yerleşmeyi düşünen, sıradan, siyah takım elbiseli yorgun bir memur...
Yakın zamana kadar, siyahlar kuşanmış insan nehrinin içinde, Gülay da sürükleniyordu. Sahil kasabası hayalleri yoktu. Ancak o, akıntıdan kurtulmak istiyordu. Kurtulmuştu da! Artık emekliydi. Hatta bunu kutlamak için çıkmıştı sokağa. Uzun zamandır indirime girmesini beklediği mantoyu alıp sevinçle girmişti pastaneye.
Lapa lapa yağan kara rağmen, camın önünden geçen siyah giysili insanların arttığını görünce, öğlen olduğunu anladı. Bakanlıklardan çıkan memurların, öğlenleri Kızılay’da bir tur attıklarını biliyordu. İçindeki insanlar değişse de siyah zırhlar ve alışkanlıklar değişmiyordu başkentte. Gülay, sonunda bu zinciri kırmıştı. Artık sadece öğlenleri değil, istediği her saatte gezebiliyordu sokaklarda. Üstelik, Ankara zırhına aykırı renkte, kırmızı bir manto bile almıştı. Siyahtan, resmi geçmişten kurtulmuştu. Terhis olmuş asker gibi hissediyordu kendini. Mağazadan çıkarken kar başlamış, o hiç telaşlanmamış, pastaneye kadar keyifle yürümüştü.
Salebini yudumlarken, tarçın kokusu eşliğinde, camdan kar yağışını seyretmek, otuz yıllık emeğinin ödülüydü. Kar küresinin içindeki balerinler gibi dans ediyordu kalbi. Kar azalınca, ortalık biraz görünür oldu. Güvenpark’ın duvarının dibinde kımıldayan bir siyahlık gördü. Büyük siyah çöp torbalarının yanında, zayıf bir kadın yerde oturuyordu. Üzerinde incecik, Ankara siyahı bir pardösü vardı. Yanından gelip geçenlere el uzatır gibi oluyor, sonra duruyordu. Merak etti Gülay, düşmüş müydü acaba? Dayanamayıp dışarıya çıktı. Daha iki üç adım atmadan, soğuk, ıslak bir giysi gibi her yerine yapıştı. Kadına doğru ilerledi. Bir kartonun üzerinde bağdaş kurmuş, yere serdiği naylona kâğıt mendiller dizmişti. Biri ona yaklaşırken değil, önünden geçtikten sonra, heyecanlanıyor, kımıldıyor, çok tiz bir sesle, gidenin bıraktığı rüzgâra sesleniyordu:
“Allah rızası için yardım edin… Allah rızası için yardım edin… “
Geç kalmış yakarışları, gidenlerin ardından mızrak gibi ilerliyor, kimine isabet ediyor, kimini ıskalıyordu.
Siyah şalıyla, alnını, gözlerini burnuna kadar örtmüş, başı öne eğik hâlde oturuyordu. Bir eliyle şalı, ağzını ve burnunu koruyacak şekilde tutuyor, diğer eliyle yerde duran mendilleri yokluyordu. Gülay’ın içi, hem soğuktan hem de vicdan azabından titredi. Pastaneye dönüp büyük bir bardak salep aldı, yanına gitti. Gülay’ın karda gıcırdayan botları, kadını tetikledi:
- Allah rızası için yardım edin. Allah rızası için…
-Kolay gelsin. Mendillerinden alabilir miyim?
-Buyur al!
-Adın ne senin? -Çilek.
-Çilek, sana salep de getirdim.
-Allah razı olsun.
Gülay salebi ve aldığı mendillerin parasını verdikten sonra pastaneye döndü. Çilek’le kendi yaşamını ayıran buğulu camın dışarıdaki yüzü, canını yakıyordu. Bir kez daha anlıyordu ki, rahatlamak, mutlu olmak için, insanın sadece kendi acılarından kurtulması yetmiyormuş. Biri sandalyenin sırtında, biri mağazanın şık çantasında duran iki mantoya bakıp içini çekti. “Haksızlık bu! Hem ona hem bana! Hayatımda ilk kez, ihtiyacım olmadığı hâlde ikinci bir manto aldım, alabildim. Ama Çilek üşürken ikisini de alıp öylece eve gidemem.” dedi kendi kendine.
Bir çay içip ısındıktan sonra çıktı. Çilek yoktu. Kumrular Sokak’ta kestane ağaçlarının diplerine, Güvenpark’ta banklara, havuzun kenarına bakındı, bulamadı. İçini kemiren vicdan azabı, yerini çocukça bir sevince bıraktı. Mantoyu vermek zorunda değildi. Yeniydi o da. Daha sonbaharda almıştı. Eve gidecekti artık. Bir daha baktı Çilek’in durduğu yere. Karın üzerinde kalmış iki sefil karton, Çilek gibi bağırıyordu sanki: “Allah rızası için, Allah rızası için…” İnce bir sızı kapladı yüreğini, düşüncesinden utandı.
Metrodayken, yeni mantosunun durduğu çantaya soktu elini. Kumaşın yumuşak dokusu hoşuna gitti. Ankara’ya geldiği ilk yıl ona, harç parasıyla alınan, kumaşı sert siyah çobana hiç benzemiyordu bu. Nefret etmişti ondan. Üniversite bitinceye kadar, hatta işe girdiği ilk yıl utançla giydiği çoban, üzerine iki beden büyüktü. Ucuz diye almışlardı. “Büyürsün nasılsa!” diyen sinsi sinsi gülümseyen yengesi hiç aklından çıkmıyordu. Yengesi o gün ağlamaklı teşekkürüne aldırmamışsa da bir hafta sonra çobanın boyunu ve kollarını kısaltmıştı. Ama bedeni geniş kalmıştı çobanın. Yıllar boyunca onu dolduracak kadar “büyümedi” hiç. Tersine, onu her giydiğinde küçüldü, ezildi, yok olmak istedi. Dört yıl boyunca, kampüse girer girmez kar yağsa da, soğuktan donsa da onu çıkarıp koluna aldı, okulun içine kadar hep çobansız yürüdü. İlk işyerinde de çobanı ofise girmeden çıkardı hep.
İkinci işine girdiğinde, bedenine uygun, severek aldığı ilk manto, çobanın sonu olmuştu. Onu ihtiyacı olan birine vermek yerine, makasla doğrayıp çöpe basmıştı Gülay. Çöpe attığı, çoban değil, beş yıllık mutsuzluğu, huzursuzluğu, utancıydı. Hem ucubeye dönmüş o şey kimi mutlu edebilirdi ki? Annesinin sözleri geldi aklına: “Sana verildiğinde sevmeyeceğin bir şeyi asla başkasına verme. Seni mutlu etmeyen şey, başkasını da mutlu etmez.”
Eve vardığında, kırmızı mantoyu giyinip aynanın karşısına geçti. Yakasındaki yumuşacık tüyler, zarif yünlü kumaşın sıcaklığı, kırmızılığı, kemik düğmeleri, küçük bir kız gibi sevindirdi onu. Gün boyu soğukta gezmekten yorulmuştu, yemeğini yedikten sonra kitabını alıp uzandı. Gogol’un kitabı kucağında uyuyakaldı.
Kızılay’daydı. Çilek, siyah mantoyu istemiyor, kırmızıyı işaret ederek bağırıyordu Gülay’a:
-Onu bana vermezsen, Palto öyküsündeki Akakiy gibi soğuktan öleceğim, sonra da hayaletim hep peşine düşecek. Seni hiç rahat bırakmayacağım.
-İlahi Çilek! Hani görmüyordun? Nasıl okudun ki o öyküyü?
-Önceden görüyordum.
- Peki şimdi görmeyen gözlerinle peşime nasıl düşeceksin?
Birden Çilek’in bedeni oturduğu yerde büyüdü, büyüdü… Başındaki şalı atınca, sadece beyazlıktan oluşan gözleri Gülay’ın yüzüne kilitlendi. Tiz bir sesle kahkaha atarken, çürük dişlerinin yanında iki altın dişi parladı…
Gülay nefes nefese uyandı. Pencereyi açıp şubat ayazını içine çekince kendine gelebildi. “Bu işi halletmezsem bana rahat yok.” dedi.
Sabah kırmızı mantosunu giyip, siyah mantoyu koyduğu çantayla yola koyuldu. Metroda uyuklar gibi olduğunda, Çilek’in beyaz gözleri beliriyordu yine. Çilek’e yaklaştığı her dakika, korkusu hevesini yeniyordu. Yavaşça kırmızıyı çıkarıp siyahı giydi. Gözü hâlâ kırmızıdaydı. Yakasındaki yapay kürkün tüyleri titreşip duruyordu. Biri mi üflüyordu? Akakiy miydi yoksa?
Metrodan çıkıp doğruca Çilek’in oturduğu yere yürüdü, yoktu. Pastaneye girip biraz ısındı, Semih Usta’ya sordu. “O, öğlene ancak gelir” dedi Semih Usta. Çıkıp Güvenpark’ı dolaştı. Yüksel Caddesi’ne, İzmir Caddesi’ne, Kumrular’a baktı. Yoktu. Sonunda Çilek’in karla kaynaşmış kartonlarının önünde durup beklemeye başladı.
Bir süre sonra, koluna girmiş genç bir adamla geldiğini gördü Çilek’in. İkisinin de elinde birer beyaz baston, yerleri yoklaya yoklaya ilerliyorlardı. Genç adam, kartonların olduğu yere yaklaşınca Çilek’i bırakıp gitti. Çilek bastonu ile yeri yokladı, kartonları bulup oturdu. Çantasından çıkardığı bir naylonu serip kâğıt mendilleri dizdi. Alnından burnuna kadar çektiği şal, gözlerini gizliyordu. Gülay merak etti. Gözleri beyaz mıydı gerçekten? Çilek, başını iyice önüne eğip oradan geçenlerin geride kalan rüzgârına seslenmeye başladı yine:
-Allah rızası için, Allah rızası için…
Yalvaran sesi, içine işledi Gülay’ın. Çilek de, uzun basma eteğinin yaz çiçekleri de kar üzerinde öyle korumasızdı ki… Yaklaştı Çilek’e. Hemen hissetti Çilek: “Allah rızası için…”Siftahı Gülay ile yapacaktı.
-Merhaba Çilek. Dün konuşmuştuk, hatırladın mı? Sana manto getirdim. Hava çok soğuk. Bundan sonra onu giyersin olur mu?
Çilek başını kaldırmadan, başını iyice göğsüne eğerek cevap verdi:
- Allah razı olsun.
Çantayı Çilek’in yanına bıraktıktan sonra içindeki şeytan yine dürttü Gülay’ı. Son şansıydı kırmızıyı almak için. Çantadan kırmızıyı hızla çıkardı, etrafına bakındı. Sanki herkes ona bakıyordu. Bir titreme kapladı her yanını. Birazdan onu yakalayacaklarmış gibi korktu. Siyah mantoyu çıkarıp çantaya yerleştirdikten sonra hızla uzaklaştı Çilek’in yanından ve pastaneye girdi.
Yüzüne vuran sıcaklık hoşuna gitti. Çilek, camın öte yüzünde, sokakta, karın üstünde oturuyor olsa da üşümüyordu sanki. Gülay salebinin keyfini çıkarabilirdi. Artık Çilek’e değil, telefonuna bakıyordu. Hava kararınca çıktı pastaneden. Çilek’in oturduğu yere baktı. Yoktu. Büyük siyah çöp poşetlerinin üzerine, siyah mantosu atılmıştı.
-Evet Çilek, şimdi Akakiy olma sırası bende, dedi ve uzaklaştı Gülay.