*Bu metin daha önce Panzehir Dergi’de yayımlanmıştır.Derin hayatının en zor zamanlarına sayısız duyguyu sığdırmıştı. Bir ay sonra bir yıl olacaktı babasını kaybedeli. Önce yeniden inşa edilemez bir şekilde yıkılmıştı. Öyle bir baba kız aşkıydı ki onlarınki. En yakın arkadaşımı, sırdaşımı kaybettim diye ağlamıştı günlerce.
Acısıyla yüzleşerek, cesaretle üzerine giderek, duygusu ne ise onu yaşayarak ayağa kalkabilirdi sadece ve öyle de yaptı. Ağlamak istiyorsa ağladı, eve kapanmak istiyorsa kapandı, denize, doğaya sığınmak istiyorsa sığındı, iyi gelen insanlarla görüşmek istedi sadece. Kuru, samimiyetsiz kalabalıklara hiç tahammülü kalmamıştı artık. Kalabalıkların arasında yalnız kalmanın sadece klişeleşmiş bir laf olmadığını iliklerine kadar hissettiği bir yıl yaşamıştı.
İçine döndüğü, kendi derinliklerine doğru kazılar yaptığı bu süreçte farkına varmıştı varoluş nedenlerinin. O hayat koşturmacasından birkaç adım geriye çekilip yavaşladığında, ruhunu, kalbini, iç sesini dinlemeye başladığında daha iyi tanıyor insan kendini diye düşünmüştü. Çünkü insan en çok kendine yabancılaşır tüm bu gürültünün içinde, en çok kendine karşı acımasızdır. Başkalarının isteklerini, dayatmalarını yerine getireceğim diye uğraşırken bir de bakar ki kendinin zorbası olmuş. En çok kendi hakkını teslim etmiş kendi eliyle, fedakâr olmakla kendini fedayı birbirine karıştırmış.
Zifiri gecelerde, hiç ışık göremediği anlarda o kapkaranlık su, gittikçe berraklaşmaya başlamıştı. Hayattan neyi isteyip istemediğini kavramış, gerçek anlamda sadece sevginin ruhu ve bedeni iyileştirebileceğini, bir an sonrasının belli olmadığı şu ölümlü dünyada sevdikleriyle zaman geçirip onlara verdiği değeri hissettirmenin ötesinde diğer her şeyin bir araç olduğunu içselleştirmişti.
Çok özlüyordu babasını. İhtiyaç duyduğu anlarda konuşuyordu onunla. Rüyalarında öylesine derin mesajlar alıyordu ki ondan, biliyorum hep buradasın bizimlesin diyerek şükrediyordu. Annesiyle gidiyorlardı babasını ziyarete. “Babamın bahçesi” diyordu oraya. Ne ölüm ne mezar kelimelerini yan yana getiremiyordu babasıyla. Renk renk çiçekler, güller dikmişlerdi, yemyeşildi. Kuş seslerinin, çam ağaçlarının altında, sessiz, sakin bir yerdi.
Gittikçe toparlanmaya ve daha iyi olmaya başlasa da takvime baktıkça içi sıkışıyordu. Babalar günü; babasını kaybettiği günün yıl dönümüyle bayram arasında birer hafta vardı. Babasını geçen sene aynı bayramın arifesinde kaybetmişlerdi. Önündeki bu zaman dilimi, çok sevdiği deniz kıyılarının en hırçın anlarını hatırlatıyordu ona. Yaşadığı; dev dalgaların ardı ardına gelip ilkini atlatınca derin nefes alsa da üzerinden bir daha bir daha geçip su yutturup onu nefessiz bırakması gibiydi.
En yakın dostlarından biri olan Yağmur’a rica etti.
“Yaklaşık bir yıldır annemle, kuzenlerimle, abimle gittik. Benim babama yalnız gitmeye ihtiyacım var artık. Yalnız gidip yüksek sesle konuşmaya, dertleşmeye. Beni babamın bahçesine götürüp sen arabada oturur musun?”
Mevsim yaz olmasına rağmen kabristana vardıkları saatte serin bir esinti vardı. Çam ağaçlarının yaprakları uğulduyordu, kuşlar durmaksızın ötüyordu, onlardan başka kimse yoktu. Merdivenlerden çıkmaya başladı usulca. Bir yıldır çok defa babasını ziyaret eden Derin, o gün ilk kez gidiyormuş gibi hissediyordu kendini. Sanki onunla aylar sonra ilk kez buluşacaktı. Diktikleri çiçeklerin hepsi renk renk açmıştı, yemyeşildi toprağın üzeri. Bir de başucunun iki yanında iki küçük servi fidanı filizlenmişti kendiliğinden.
Etrafa bakındı. Başka hiçbir mezar böylesine güzel değildi. Getirdiği çiçeği yere bıraktı önce. Mermerde yazan isme uzun uzun baktı. İçi üşümeye başladı. İçi üşüdükçe ölümün o soğuk yüzü tüm bedenini sarmaya başladı. Birkaç adım daha attı, yaklaşmak istedi. Islak toprağı çam ağaçlarının dalları kaplamıştı. Ayağı kaydı, düşmek üzereyken son anda dengesini toparladı. Daha da yaklaştı. Taşların üzerine oturdu. İlk kez yüksek sesle konuşmaya başladı babasının bahçesinde.
Canım benim… Canım, cicim. Zamanla alışılır dediler. Alışmak değil ki bu katlanmak. Sadece katlanıyoruz. Çünkü başka çaremiz yok. Sen benim sırdaşımdın, en yakın arkadaşımdın. Çok özledim baba. Sabahları o gür sesinle kahvaltı hazır diyerek uyandırmanı, hafta sonları biraz daha fazla uyuyayım diye uğraşmanı, yaptığımız tangoları, birlikte maç izleyip yorumlamayı. Fener kaybedip kendimi hırpaladığımda bu kadar üzüldüğüm için bana kızmalarını, yaptığımız totemleri, sevdiğimiz filmleri izlerken sonunun istediğimiz gibi bitmesi için kurduğumuz hayalleri. Mangalın başına geçip hayatımda yediğim en güzel kebapları yapmanı, balık yeme günlerimizi, siyaseti, ülkenin gündemini takip ederken birlikte saydırmalarımızı, okuduğun köşe yazılarını, araba kullanırken öğütlerini. Bir şeye çok üzülüp odama çekildiğimde en fazla yarım saat dayanıp sonra yanıma gelip gözyaşımdan öpüşünü, “Ruhumcuğum, prensesim” deyişini, bir anda yüksek sesle “Civciv” diye seslenişini çok özledim. O en güzel yerli yabancı karışık şarkıları birlikte dinleyişimizi, mandolin çalmayı öğretirken “Hatırla Sevgili” ve “Yıldızların Altında” ile en zordan başlatmanı, yüzme öğretmek için daha iki yaşında beni denize atışını, birlikte saatlerce açılmalarımızı, tiyatro izlemelerimizi, Kemal Sunal filmlerine kahkahalarla gülmemizi çok özledim.
Okul hayatım boyunca özenle, zevkle kitaplarımı defterlerimi kaplaman, o nefis el becerinle bana yaptığın oyuncak maketler, ahşap hediyeler, “Eee aşk yok mu? Aşktan, sevgiden haber ver, anlat, hayat öyle güzel, anlamlı ve sağlıklı olur” deyişlerin, her şeyi sana rahatça anlatabilmem, yaptığın gezi planların, kafana koyup günler öncesinden belirleyip sonunda gerçekleştirdiğin tüm güzellikler, çocukluğumda sabahın beşinde kucaklayıp arabaya atıp bin kilometrelik yolculuklara, tatillere zevkle götürüşün burnumda tütüyor.Karşında şarap içerken keyiflenişini, renk renk giyindiğimde çok sevip gel fotoğraf çektirelim deyişini, kravatlarını, takım elbiselerini bana seçtirmelerini, yüzümde bir sivilce çıktığında dertlenip hemen geçirmek için uğraşmalarını. Hayvanları birlikte izleyip sevmeyi, bahçeyle uğraşmayı, taklitlerini, benzetmelerini, esprilerini, bir şey anlatırken insanların seni hayranlıkla izlemesini, hasta olduğumda iğnelerimi yapmanı, radyo açtığında çıkan şarkıları “sıradaki müzik şansınıza” oyununu başlatmanı, verdiğin ve duyduğun sonsuz güveni, cesaret aşılamanı ve daha nicelerini çok özledim.
Zamanla geçmiyor baba, katlanıyoruz işte. O şarkılar gerçekten de o günkü ruh halimiz neyse onu yansıtırmış, şimdi anlıyorum. Sen şansa inanırdın. İçinde kopan fırtınaları, hüznünü pek paylaşmazdın, çok nadir anlatırdın. Ne kadar duygusal olduğunu ben hep bilirdim. “Küçük kızım her şeyi anlıyor, bu hayatta iyi ki var” derdin çocukluğumdan beri. Mükemmel bir doktordun. Hayatını kurtardığın yüzlerce çocukla sayısız imkânsızı başardın. Kendi hayatını da kurtaracaksın dedim sana hep o yoğun bakım odasında. Elinden gelenin en fazlasını da yaptın biliyorum, biz seni bırakmadık sen bizi bırakmadın. Onlarca doktorun her gün “Uyanmayacak, geri dönmeyecek” dediği yerde uyanacağına hep emindim. Çünkü biz yine anlaşmıştık o odada seninle.
Uyandın da. Günlerce, haftalarca gözlerini açmanı, anlamlı tepki vermeni bekledim. Başucunda eğildim, daha da yaklaştım sana. Gözlerimden tek damla yaş akıtmadan, en güçlü halimle bilinçaltına konuşurken, seni nasıl sevdiğimizi anlatırken, kirpiklerin hareket eder mi, göz bebeğin küçücük de olsa tepki verir mi, en ufak bir hareket olur mu diye, sabırla bekledim. Hiç kolay değildi. Her gün tüm şartlar kafamıza kafamıza vurup bizi yere sermeye çalışırken, ayağa kalkıp her doğan güne aynı umutla başlamak, mücadele etmek çok zordu. Gözümü kırpmaya korktum ben baba, ufacık da olsa bana cevap verirsin de göremezsem, kaçırırsam diye. Ne demek olduğunu anlamak, anlatmak çok zor. Böyle bir bekleyişi haftalarca kaybetme korkusuyla birlikte yaşarken bir yıl önce, bundan sonrasındaki en değerli bekleyişim mutlu sonlu olsun istiyorum. Yeniden tüm kalbimle gülmek istiyorum.
Geçen sene babalar günüydü. Başında bana bakman için saatlerce beklemiş, konuşmuştum. Gözlerime bakıp cevaplar verdiğinde dışarı çıkıp sevinçten ağlamıştım. Anlamlı anlamlı bakıp konuştun bizlerle gözlerinle, dudak hareketlerinle, kaşlarını çatmanla, gözyaşlarınla. Hem derin kederi hem o mutluluğu aynı anda yaşamak tarifsizdi. Seni öyle görmek hayatta en acı veren şeylerden biriydi bana. İlk kez ölmekten korkmaya başladığım zamanlar olmuştu o dönemler. Çünkü sen o halde, oradaydın ve bana her zamankinden daha çok ihtiyacın vardı. Annemin de öyle, yaşaman için o kadar çok şeyle mücadele ediyorduk ki çünkü.
O yüzden de benim hep iyi olmam lazımdı, bana bir şey olmaması lazım dedim hep. Sen gittin ben yıkıldım. Daha ilk gün “Ağlama, güçlü dur” diyenler oldu. Günlerce seni yaşatmak için gözyaşlarını içine akıtan, bir yere yığılıp kalmak isterken inanılmaz bir umutla, güçle her gün ayağa kalkan kızına dediler ağlama diye. Aldırmadım. Oysa ben o sırada senin küçük kız çocuğundum. Korkmuş, çaresiz, kalbi paramparça olmuş, hayalleri yarım kalmış, babasına göstereceği en güzel günlerini henüz yaşatamamış, çok kırgın, sadece ruhu acımayan, ruhunun acısı fiziksel acıya dönüşmüş küçük bir kız çocuğu. İhtiyacım olan tek şey sevgi, şefkat, anlaşılmak ve sarmalanmaktı. Yapanlar oldu, varlıklarına şükrettiğim o güzel insanlar, iyi ki dediğim o özel insanlar neyse ki varlar, hep yanımda olsunlar bedenen ve ruhen.
Bu yıl babalar günü yaklaşırken ne dersem diyeyim senin tepki verme, gözlerimin içine bakma ihtimalin yok. Geçen seneye zor derken, bu sene kirpiklerindeki kıpırtıyı görme şansım bile yok. Gittikçe iyileşiyorum, toparlanıyorum, kahkahalar atıp çok eğlendiğim oluyor, gerçekten anda kalıp mutlu hissettiğim zamanlar çoğalıyor zamanla. Ama yalnız hissettikçe, bazı karanlık gecelerde ya sabah olmazsa, güneş doğmazsa diye korkuyorum hala bazen. Kolum kanadım kırılıyor o zaman, dizlerim titriyor sanki, bacaklarım tutmaz oluyor, kaslarım sızlıyor, yığıldığım yerden kalkamam gibi hissediyorum. Ama her defasında kalkıyorum. İnsan en başta kendini kaldıracak derdin ya hep, doğruydu. Ama çok yoruldum baba, çok…
“Çok yoruldum” derken dudakları titredi ilk kez. Kaşlarını çattı, boğazına oturan yumru acıttı gırtlağını, sesi çıkmadı bir süre, ses telleri kopacak sandı, göz pınarlarında biriken yaşlar sicim gibi akmaya başladı. Mermerin sağ altındaki toprağı okşamaya başladı. Yoğun bakım odasında, babasının açık olan sağ omzunu okşayıp orada olduğunu hissettirdiği, en güzel cevapları aldığı anlar geçti gözünün önünden. Eliyle hissettiği toprak parçası değildi, babasının sıcacık omzuydu o an. Sonra bir anda doktorun “Son defa gidip görün” dediği zaman hala gözlerine anlamlı baktığı, söylediklerine ağzıyla cevap verdiği, eliyle bir şeyler anlattığı o hali geldi gözünün önüne. Boğazındaki delik nedeniyle sesi çıkmadığı için, hiçbir zaman ne dediğini bilemeyeceği son sözleri. Yarım saat sonra da o kapının önüne çıkan doktorların “Kurtaramadık” deyip gittikleri an. Nasıl sağ çıktık oradan dedi kendi kendine. Nasıl?
Çok yalnız hissedip nefes almakta zorlandığım zamanlar atıyorum kendimi bir yerlere, sığınaklarıma tek başıma çekiliyorum. Bazen bir çay bahçesi, bazen deniz kenarı, bazen İstanbul dışına. Yalnız hissetmesem ne işim var oralarda tek başıma? İnsan kendini kaldıracak evet, elimden geleni de yaptım, yapıyorum. Çok çabalıyorum ben. Hayalini kurduğum güzel günlerin gelmesini ve artık mutlu olmak istiyorum. Sonra tutunuyorum bir şekilde o güzel deniz mavisi hayallerime, denizden öte sevdiğime, aileme. Vazgeçmiyorum hayatın hakkını vererek yaşama isteğimden. Senin kızınım çünkü. Kaybettiğimiz son gece altı kere kalbi durup yeniden atan, hayata dört eliyle sarılan bir kahramanın kızıyım. Yaşamak sadece nefes almak değil çünkü, sevgiyi, aşkı, hayatın tüm güzelliklerini iliklerde hissederek, anı keyiflendirecek güzellikler bularak, her ne yapıyorsan hakkını vererek, sevdiklerinle olmak. Onlara hak ettikleri ilgiyi, değeri, zamanı ayırarak yaşamak. Hayatı daha fazla ertelemeden, zamanın ve gerçek sevginin kıymetini bilmek.
Babalar günü geliyor. Sevgiyi göstermenin tek bir günü olmaz elbette. Bir şekilde hissettirilir. Burada ne söylesem cevap veremeyeceğini ve toprağa konuştuğumu bir kere daha en derinlerde hissediyorum; hayat ertelemeye gelmez. Her şeye rağmen korkuyu, acıyı, kederi değil sevgiyi, koşulsuz sevgiyi, aşkı, gülümsemeyi ve gülümsetebilmeyi, iyi olmayı ve iyi gelmeyi, mutlu olmayı ve mutlu etmeyi, gerçekten yaşamayı seçiyorum senden öğrendiğim gibi. Küçücük şeylerle mutlu olmayı sen öğrettin bana. Çok şey istemiyorum ki. Buraya gelip başardım, gerçekten çok mutluyum, hayal ettiğim güzel günlere kavuştum diye sana müjde vereceğim günü bekliyorum. O en değerli bekleyişimi sen zaten biliyorsun, her zaman sırdaşımdın yine öylesin. Yine dertleşiyoruz arada. Rüyamda söylediklerin, tebessümün, gülüşün, dimdik ayaktaki o halinle “Az kaldı kızım, biraz daha sabır” deyişin de ilaç oldu bana.
Bugün baba kız dertleşmeye geldim. Annem evde, seni çok seviyoruz ve çok özledik. Birer hafta arayla gelen bu üç zorlu dönemi ve sonrasını, tek başıma değil, sevgiyle sarmalandığım ve yalnız hissetmediğim, kalbimin üşümediği halimle geçirmek istiyorum. Beni ayakta tutan güzel günlere olan inancımı sürdürüyorum. Babalar günün kutlu olsun. Hep bizimlesin biliyorum ama madden olmadığın, göremeyip çok özlediğim yerden içim çok sızlıyor. Kökleri yerin yedi kat altına inmiş asırlık ağaçların bir anda uçup gitmesi kadar imkânsız, anlamsız ve ağır geliyor yokluğun. Hele de böyle günlerde…</em> <em>Seni çok seviyoruz, çok. Rüyalarımıza gelmeyi ihmal etme olur mu? Ayağa kalktı, yüzüne çarpan rüzgâr ağlamaktan şişen gözlerini ve dudaklarını yakıyordu. Başı dönüyordu. Arabaya gitti yavaşça. Kaputa yaslanmış onu bekleyen Yağmur da ağlıyordu. Sustular, sadece sarıldılar uzun uzun.
“Affet, elimden bu kadarı geliyor. Söyleyecek bir şey bulamıyorum” dedi Yağmur.
“Daha ne yapacaksın, yanımdasın, sarıldın, sevgini iliklerime kadar hissettim. Dahası yok ki, daha ne isterim. Senin de canın çok yanıyor biliyorum. Kaybolmak isteyen kız çocukları birbirini buldu belki de. Kaybolmak istemiyorum. Sevginin iyileştirici gücüyle tutunmaya devam etmek istiyorum ve buna inanıyorum.
Haydi, geç direksiyona. Sür deniz kenarına da umutlarımızı tazeleyelim maviyle.”