“Kafam şişti, kapatsan mı biraz şunu? Ya da kıs sesini, duyacağın kadar aç…” diye söylenir dururdu annem. Aslında o da çok severmiş gençliğinde radyo dinlemeyi. Sadece akşam saatlerinde açarmış babası radyoyu çocukluğunda. O da ajansı dinlemek için. Türkü falan dinlemezmiş dedem, hemen kapatırmış radyoyu haberler bittiğinde. Annem evlendiğinde, gelin geldiği evin perdeleri bile yokmuş. Ama evin ortasındaki direkte bir gaz lambası bir de radyo asılıymış. “Düğünden bir hafta sonra radyoda ‘çarşambayı sel aldı’ türküsü çalıyorken, komşunun gelini geldi ve söküp aldı perdeleri. Çok şaşırdım! Sanki ev çırılçıplak kalmıştı…”diye anlatırdı hep annem, arkadaşlarıyla eski günlerini anarlarken. O bu türküyü çok sever ama benim burnumun direği sızlar her duyduğumda bu yüzden.
Düğünler evlerde yapılırmış eskiden. Yemekler kazanlarda pişirilir, sofralar kurulurmuş avluda. Düğüne gelenler yer, içer ve bolca eğlenirlermiş. Eğer gelin başka bir köydense, onunla birlikte gelenler özenle ağırlanırmış. Bu, ev sahibinin şanındanmış. Yirmi yedi yaşında dul kalan babaannem, iki yetim çocuğunu yaşadığı bütün zorluklara rağmen büyütmüş ve evlendirmiş. Neredeyse bütün köylü adeta ev sahibi oluvermiş, öyle davranmış. Bunun, en büyük gurur kaynağı olduğunu anlatırdı hep babaannem. Kızını gelin etmek ne kadar zorsa, oğluna gelin almak da o denli masraflıymış çünkü. Sonuçta fakirlik varmış o yıllarda. Babam 45 doğumlu. Evlilik cüzdanında 1965 yazıyor. Tam ikinci dünya savaşı sonrası… Cephede savaşmasak da ülkece büyük savaşlar verdiğimiz yıllar. Gerçi hâlâ benzer savaşlar vermiyor muyuz? Neyse… “Evlendik, üç ay sonra baban askere gitti.” derdi annem. Evlenmeyi hiç düşünmemiş aslında babam. Güya babaannem yalnız kalmasın diye kabul etmiş anneme görücü göndermeyi. Tek umudu, annemin reddetmesiymiş galiba ama annem de çok başka sebeplerle “evet” demiş görücüye. Hiç tanışmadan evlenmişler, birbirlerini hiç görmeden. Ve kırk yıl aynı yastığa baş koyamasalar da evli kalmışlar. Babam hep gurbette çalışmış gençliğinde. Sonra da genç denecek bir yaşta, 61 yaşına girdiği yıl ayrıldı aramızdan. Babam öldüğünde kimse annem için yalnız kaldı diye üzülmedi. Çünkü annem çoğunlukla yalnızdı zaten. Bu durum, ilk zamanlar onun seçimi olmasa da sonrasında tamamen kendi iradesiyle sürdürülen bir yalnızlıktı. Seçilmiş Yalnızlık… Yıllarca her işi tek başına yaparsan, sonrasında kimseden yardım kabul etmediğin, edemediğin bir yaşam sürersin. Annem hep yardım eden tarafta olduğundan olsa gerek, karşı tarafta durmayı hiç öğrenememiş. Bugün bile yardım almadan yatağından kalkabileceğini sanıp hareketleniyor. Sonra gözlerimin içinde kayboluyor bakışları…
Yeni gelinken babaannemle çok iyi anlaşırlarmış, epey zaman arkadaşlık etmişler. Annemi uyandırmaz, erkenden uyanıp tarlaya gidermiş babaannem. Onun evden çıkmasıyla birlikte annem de yatağından fırladığı gibi evdeki işleri yapmaya koyulurmuş. Tabi hemen radyoyu da açarmış. Elektrik yokmuş o zamanlar, pille çalışırmış radyo. Piller bitmesin diye de belli saatlerde, kısa süreler dinleyebiliyormuş sadece. Onu da babaannemin evde olmadığı zamana denk getirdi miydi hele; oh, değmesinler keyfine… Yıllar sonra durumu düzeltip de radyonun elektriklisini aldıklarında, sesini sonuna kadar açıp uzun uzun süreler dinlemeye başlamış annem. Ta ki babaannemin “kapat şunu ya da sesini kıs” diye söylenmeye başlamasına kadar... Tıpkı annemin daha sonraları bana söylenmeleri gibi… Bir farkla. Annem kısar ya da kapatırmış radyonun sesini ama ben reddederdim. Bir de “Öldüğümde kapatırsın” der, üzerdim annemi. Şimdi o hatırlamıyor hiçbirini. Sorduğumda “Beni çocukken hiç üzmedin” diyor. “Ne zaman üzdüm peki?” diye sorduğumdaysa susuyor. “Hiç üzmedin” diyemiyor çünkü yalan söyleyemez benim annem. “Üzdün” de demiyor. Beni üzmek istemiyor çünkü o bir anne… Ben mi? Ben susmuyorum. Hep soruyorum ve istemediğim cevaplar alsam dahi ısrar ediyorum. Oldukça canını sıkıyorum onun. Konuşalım istiyorum. Anlatsın istiyorum. Biliyorum çok geç kaldım ama vazgeçemiyorum ondan. O vazgeçse de kendinden, ben geçemiyorum…
“Kitap okuyalım mı?” diye soruyorum o sustuğunda. “Bana kitap okusana…” diyorum. Yüzüne alaycı bir gülümseme oturtup “sen oku” diyor. Ben biliyorum Montaigne’in kim olduğunu, o bilmiyor. Ancak ikimiz de seviyoruz Montaigne okumayı. Her gün bir saat, bazen sadece bir bölüm okuyoruz. Biraz sohbet edelim istiyorum ve “Ne anladın bundan?” diye soruyorum. “Onca üniversite okudun, hâlâ anlamıyorsan ben mi anlatayım sana!” diyor ve ağzımın payını veriyor. Kalakalıyorum öylece karşısında. Elimde ‘Montaigne Denemeler’ ve annemle yaşandığım yepyeni deneyimler…
Yetmiyor ona. Şaşkınlığımı fark edip keyfini katlamak istercesine “Sen anlat, sen ne anladın?”diyor. Anlatıyorum… Bilgi ve düşünce üstüne Montaigne’in yazdıklarını, Epiharmus ve Platon’dan alıntıladıklarını kendimce yorumluyorum. “Tamam işte” diyor annem, “Sadece bilmek yetmiyor, yapmak da lazım. Ne zaman ahıra girsem peşimden gelirdin sen çocukken. Misler gibi tertemiz giydirmişim süslemişim seni, oturtmuşum evde. Kirlenme diye benimle ahıra girmeni istemezdim elbet.Ama sen gelirdin ve bir güzel de kirletirdin üstünü başını. Madem buradasın, gel otur o zaman şuraya. Bu sabah da sütü sen sağ dediğimde, kaçar giderdin. İneklerin nasıl sağıldığını çok iyi bilirdin ama yapmazdın. Hâlâ yapmıyorsun, bu yaşta bile sağamıyorsun onları. Çünkü hiç yapmadın, denemedin bile… Yaptığın diğer işleri o zaman da iyi yapardın, şimdi de iyi yapıyorsun. Ama inek sağamıyorsun.” Ağzından cımbızla laf aldığım annemin, bülbül gibi şakıyışını şaşkınlıkla dinlerken, bütün anlattıkları film sahnesi gibi canlandı gözümde. Çok doğru söylüyordu. O yaşlarda süt sağmak eşittir ineğin memesini çekiştirmek sandığımdan -ki hâlâ öyle düşünüyorum- evet hiç denemedim ben bu sağma işini. Kırkımdan sonra denemek istedim, istedim ama beceremedim bu sefer. Çünkü bilmek yetmiyordu. Üzerine düşünmek, kafa yormak da gerekiyordu... İneğin yanındaki tabureye oturup bakracı önünüze koyduğunuzda, inanın ortam, düşünmek için çok uygun oluyor. Ve istemese de düşünüyor insan. Ben de düşündüm. Düşününce de çocukluğumdaki o tanıdık hissi hatırladım ve bırakıverdim ineğin memesini çekiştirmeyi. O memeler bana ait değil ki… Şaşkın gözleriyle olup biteni izleyen tatliş dananın hakkı o memeler.
Montaigne’in denemelerini aralıklı zamanlarda yeniden okumanın faydaları bunlar. Bir kez de annemle okuyunca bakın neler döküldü hafızalarımızdan. Bilgi tazelemek gibi… Düşünce geliştirmek gibi… Bu yıl köye gidebilirsem eğer, birinin ahırına girip yeniden denemek istedim o an süt sağmayı. Bu arada benim süt alerjim var. Sağdığım o sütü, asla içemeyeceğim. Düşünüyorum da bana gerekmeyeceği için mi acaba süt işinden uzak durmuş olabilirim? Yoksa beni süzen o bir çift kara göz mü engeldi olacaklara? Sonuçta bütün canlılar gibi bizler de ihtiyaca yönelik eylem geliştirme yetisine sahip değil miyiz? Lazım değilse neden sağayım ki? Hem o süt, benim hakkım değil ki? Ben bütün bunları düşünürken annem uyumuş. Ben de kitabı bıraktığım gibi radyoyu açtım. Annemin dinlendiği bu saatlerde ben de yanına uzanıp ruhumu dinlendiriyorum. Uyumuyorum onun gibi, sadece gözlerimi dinlendiriyorum. Ezgilere teslim ediyorum kendimi...
“Toprak kokusu mu bu gelen?” Şarkıdandır diye düşünürken açıyorum gözlerimi. Bir bakıyorum, yağmur başlamış. Ben köyü özledim galiba. Annem de özlemiş midir acaba?