Ah!.. Ne güzel bir şubat sonu sabahı. Taze yağmurun kokusu her yere bulaşmış. Yağmurun ardından gelen güneş, elektrik tellerine dizilmiş serçeleri neşelendiriyor. Sabah güneşinin pırıltılı ışıklarıyla tüylerini kurutuyorlar; kanatlarını açıp açıp kapamalarında dille anlatılması olanaksız bir ahenk var. Biraz önce yumuşacık adımlarla önümden geçen siyah kedi, yosun yeşili gözleriyle serçeleri mi gözetliyor, yoksa o da benim gibi güneşi mi kovalıyor?.. Öğrenmem için beklemem gerek, ama ben kenti dolaşıp seni arayacağım.
Sen doğduğunda burası neşeli bir kentti, çocukluğunun bu neşeli kentte geçmiş olması nedense artık bana olanaksız gibi geliyor. O zamanlar burada yaşayan insanların içi sıcacıktı. Gün doğumuyla beraber toprak nefes almaya başlar, toprağın nefes alışıyla birlikte her şey birdenbire canlanır, şimdi kurumaya yüz tutmuş olan şımarık derenin suyu da yavaş yavaş ısınırdı. Adını çocuklar koymuştu, oyun saatlerinde sırılsıklam olurlardı; anneleri daha soru sormadan söz birliği etmişçesine ‘Biz yapmadık, şımarık dere yaptı,’ diye savunmaya geçerlerdi. Artık, toprak nefes almakta zorlanıyor; o günlerde, toprak uykusunda dönüyor, yüzeyini alt üst ederek, biz farkına varmadan sürekli değiştiriyordu. Bütün mevsimlerde toprağın yüzü ayrı bir renge bürünüyordu. Şimdi ne yazık ki dağ, taş, ova, dere, bahçe, park betonla kaplandı. Her yer betonla sıvanınca, toprak gibi kentin de o derin ve iç açıcı huzuru hiç geri dönmeyecekmiş gibi bozuldu.
Çocukluk günlerinde hava çiçek kokardı. O ılık, yumuşak ve rahatlatıcı koku, sanki denizden geliyordu; oysaki bu kentte deniz yoktu. Denizin kıyısında oynar gibi gülümserdin. Karalanmış bir şiirin en aykırı dizesi gibi duran çocuksu gülümsemen, yanaklarına yayılınca, yüzünde sabah güneşinin ilk ışıklarının yansımasını hissederdim.
O vakitler, çocukları sevdiğimiz gibi hayvanları da severdik.
Zaman, bizi epeyce değiştirdi; hayvanlara ve çocuklara karşı artık çok öfkeliyiz. Çocukların, gelecekte bizim gibi olacaklarını düşünüp korktuğumuz için olmalı, bu yıkıcı öfke.
Kentin aklı iyice karıştı; nefes alışı bile değişti, sabah uyanışı bir hayli acıklı. Biriktirdiği hüzne taparcasına, çaresizlik içinde bekliyor. On bin liraya bir ay geçinmek zorunda kalan, ama ses çıkarmayan insanlara öykünüyor olmalı. Şairin dediği gibi insan yaşadığı yere benzermiş. Gökyüzüne bakarak sular da neşesini kaybetti. Biraz önce gördüğüm günün ilk ışıkları, belki de gün doğumunun son parıltısıydı.
Dünyada ne kadar çok savaş oluyor. Lübnan’ın sedir ağaçlarının güzel kokularını artık kimse anımsamıyor. Savaş, bizimkini bozduğu gibi diğer canlıların da beyin düzenini bozdu. Bitkilerin ve hayvanların kendini güvenlik içinde duyumsayacağı bir alanları artık yok. Her yere hoyratça dalıyoruz; kendimiz dahil, bütün canlıların güvenlik alanlarını edepsizce ihlal ediyoruz. Hiçbir canlının güvenlik alanını ihlal etmemek gerektiğini bir türlü öğrenemedik. Böyle hoyratça davranarak, hayvanların güvenlik alanlarını ve mahremiyetini yok edip, onların saldırganlık ve kendini koruma güdüsünü tetikliyoruz.
Yılın en kısa ayının, bu ışıltılı sabahında, 12 Mayıs gecesinden 26 Şubat öğle sonrasına doğru bir düş gibi geçen zamanı düşündüm. Gece ve gündüzü benimle geçirdiğin, içimde dolaşıp durduğun o anları. O anlarda, gün ve gece sıcacık bir gülümseyişti. Sürekli beden hareketlerimi izliyordum; özellikle karnımı. Cinsiyetini öğrenmek istememiştim, sürpriz olsun diyordum.
Seni kucağıma aldığımda, iki su damlası düştü yüzüne. O an, insanın doğurduğunu kendisinden daha çok seveceğini anladığım andı.
Bak! Gene gerçekle yüz yüze kaldım; gerçek, bellekten daha iyi bir yol açıyor önüme. Bu yolun zorlu gidiş gelişleri olsa da her zaman şaşmaz biçimde anımsamayı öğreniyor ama unutmayı asla öğrenemiyor.
Saçlarını, rüzgârın ve yağmurun oyunlarına bıraktığın o gün: “Kendi bildiğiniz gibi eğittiniz bizi, bunun doğru olduğunu düşünüyorsunuz. Bu çok acıklı bir durum!.. İzin verin, boğulmadan kurtaralım kendimizi, ışığı bekleyen denizinizden. Işığı bekleyen değil, ışık zerreciklerini bir araya getiren deniz olmalıyız.”
Sen bunlarını söylerken, tünün sayfası kapanıyor, günün sayfası açılıyordu. Yalnızca yüzünü görüyordum. Gözlerin, gözlerindeki bakış, sökecek şafağın habercisi gibiydi. Büyük dedenin sözünü anımsadım: “Kılıç, kınından sıyrılınca parlarmış.”