Kapıyı dikkatlice tıklayarak içeri girdikten sonra lazım olduğunda ustalıkla kullanabildiği o kibar ses tonu ile memurlara “Merhaba, kolay gelsin!” deyip usulca ama etkili bir dil ve mimikle meramını anlatmaya başladı. Dışarıdaki yağmurlu ve soğuk havanın aksine bütün kedilerin mayışarak uyuyabileceği sıcacık ofise girdiğinde çocukluğunun gürül gürül yanan kömür sobaları geldi aklına ister istemez. Ofiste gözlerini hızlıca gezdirerek asıl patronun kim olduğunu anlamaya çalıştı bir taraftan. Arkadaki büyük masada, bütün işlerini bitirmiş gibi koltuğunu ileri geri sallayarak sesini duyamadığı yağmuru seyreden orta yaşlı adamın şef olduğunu tahmin ettikten sonra gözlerini diğer memurlara kaydırdı. En önde her hâliyle yeni olduğunu belli eden kızıl saçlı, boş bakışlı kızcağızı çabucak geçti. Onun yanındaki masada kulağındaki cihazla mesai saatlerinde aklının başka yerlerde olduğunu bir bakıma haydi haydi itiraf eden, tavırlarından tecrübeli memur havalarında olduğu hemen anlaşılabilen memurda karar kıldı. “Benim evrakları çarşafa dolar gibi içinden çıkılmaz hâle getiren bu alık olmalı.” diye geçirdi içinden. “Canım evladım, benim emekli maaşım üç aydır bağlanmadı. Sosyal Güvenlik Kurumunun il merkezinden burayı tarif ettiler. Galiba benim yıllar önceki BAĞKUR kayıtlarımda sorun varmış. Bi yardımcı olsanız da şu maaşa kavuşsam artık!”
Otuz yıllık hayat arkadaşının ölene kadar her gün hazırladığı ve sefer tası gibi küçük altın kutularına koyduğu ilaçları artık kendisi hazırlıyordu. Emeklilik dilekçesini verdikten sonra değişen tek şey, kuyumcu kutularının yerini küçük çerez kâselerinin almış olmasıydı. On yıldan beri hanımının kurduğu sistem ile üzerinde ilaçların adının ve hangi öğünde nasıl kullanılacağının küçük etiketlerle bilgisayarda yazılmış notlarına göre ilaçlarını hazırlıyor, sonra yine sistemli bir şekilde kâseleri yerleştirdiği tepsiyi salondaki yemek masasının üstüne koyuyordu. Sabah… Öğlen… Akşam… Yatana kadar yutacağı ilaçlar; tepside soldan sağa, yukarıdan aşağıya üç sıra hâlinde dizili, saatlerini beklerdi. Önce üst sıra… Öğlen orta sıra… Akşam en alttakiler… Aç karna… Tok karna…
Öğleye doğru televizyondaki sabah kuşağı programlarından sıkılınca kumandayı almak için masaya uzandığında tepsideki ilaçlar ilişti gözüne. Tansiyon, kalp, şeker ve daha bi dolu hastalık için her gün yutulan rengârenk bir ton ilaç... Sarı, kırmızı, pembe, yeşil, kahverengi… Bir ikisi şeffaf… İlaçlara bakarken son günlerde sık sık yaptığı gibi tekrar sordu kendisine: “Ölmek mi zor, yaşamak mı?”
Küçük bir memur olarak yıllardır çalıştığı şirket; yaş haddinden emekli olmasına karar verince, hele şirketle ilişiği kesilip de evde kukumav kuşları gibi yalnız kalınca bu türden gel-gitler yaşamaya başladı. Çemberin içi mi, dışı mı? Gençken çok sevdiği o meşhur şarkıda da söylendiği gibi… Yıllarca kendisini bir çemberin içinde sıkışmış gibi hissetmiş, çemberin dışına çıkacağı günü iple çekmişti ya, son zamanlar, kanıksamıştı her şeyi. Hep öyle değil midir zaten? İçeridekiler dışarıya, dışarıdakiler içeriye meraklı değil midir? Şimdi gerçekten çıkmış mıydı çemberden? Hayır; bu, yeni bir çemberdi. Bir çemberden başka bir çembere… Çemberin dışında başka bir çember… Ne kadar da mutluymuş meğer içinde bulunduğu çemberden. Hayat gerçekten böyle bir şey mi? İnsan elindekinin kıymetini kaybettikten sonra mı anlıyor? Bunun bir sendrom olduğundan habersiz, çareler düşündü günlerce. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? Önceleri bir dernekte aktif bir görev falan verirler mi acaba diye düşündü. Olacak iş değil diye vazgeçti hemencecik bu düşünceden. Yoksa bir huzurevine mi yerleşseydi? En azından söyleşecek birileri olurdu yanında yöresinde… Ya alışamazsam diye bu düşünceden de vazgeçti çarçabuk. Bir gün "Pet Shop" denen dükkânları dolaştı tek tek. Kuşları, balıkları inceledi. Onlara acıdı, kendi çemberi ile onlarınkini karşılaştırdı. Acaba bi kedi mi alsaydı ya da bir köpek? Bir tanesini kurtarırdı hiç değilse çemberden. “Adam sen de!” dedi sonra. “Bu yaşa kadar hangi canlıya baktın da şimdi onlardan medet umuyorsun!” diye geçirdi içinden.
Tepsideki kâselerden; önce üçüncüsünü, sonra dördüncüsünü bir bardak suyla yuttu öğle yemeğini ıvır zıvırla geçiştirdikten sonra. Su bardağını masaya koyarken gözü kalan ilaçlara ilişti. Yine sordu kendine: “Yaşamak mı kolay, ölmek mi? Birkaç gün yıllardır oturduğu semtin bir gün bile kapısından girmediği kahvehanesine uğradı. Selam verip bir masaya oturduktan sonra bir iki emekli tanışmak için geldi yanına. Bir iki söyleşmeden sonra “Hadi, oyun oynayalım.” dediler her seferinde. Oyun mu? Gençken biraz okey oynamışlığı vardı ama hepsi o kadar… Bir iki sefer yancılık yaptıktan sonra kahvehane fikrinden de vazgeçti. Bi çocuğu olsaydı hiç değilse! Bir iki torun en azından… Olmadı işte!
Kumandayı tekrar aldı eline. Haber kanallarında dolaştı bir süre. Savaş, kriz, enflasyon, seçimler, anketler… “En iyisi mutfağa girip yemek yapmak…” Mutfak dolabını açıp kırmızı mercimek kavanozunu aldı. Bu sefer her zaman kullandığı ölçeğin üç misli mercimek doldurdu her işinde kullandığı küçük yeşil leğene. “Bitene kadar içerim.” diye geçirdi içinden. Eskiden olsa mercimeği defalarca sudan geçirir, leğendeki su iyice durulaşıp da artık iyice temizlendiğini görene kadar yıkardı. Bu sefer üç kez sudan geçirdiği mercimeği tencereye boşaltıp suyunu da koyduktan sonra ocağın altını yaktı. Başında durup köpüklendikçe üstünden kaşıkla köpükleri temizlemek gerektiğini bilmesine ve bu işleme her defasında çok özenmesine rağmen bu sefer içinden gelmedi. Arada mutfağa girip çorbanın eksilen suyunu tamamladı. Akşam saati gelince gözü yine tepsideki ilaçlara ilişti. İçmese ne olurdu bu kadar ilacı? Bütün hastalıklarını teker teker aklından geçirdi. Doktorların yıllardır söylediği cümleler kulağında çınladı. Az buz değil ki… Tansiyon, şeker, kalp, böbrek, karaciğer… İlaçları bir gün aksatsa… Küçük gözde kısık ateşte kaynamaya devam eden mercimek çorbasından yağını, tuzunu koymadan bir kâse içti. Gözü yemek masasındaki ilaç tepsisine ilişti.
Ne demişti memur? “Evet, haklısınız Beyefendi? Evraklarınız iyice birbirine girmiş. Yanlış üstüne yanlış! Ama merak etmeyin, biz gereken yazışmaları yaparız. En geç bir aya kadar maaşınız bağlanır.”
Haber kanallarını açtı tekrar: “Savaş… Kriz… Enflasyon… Seçim… Anketler…”
Mercimek çorbası… Mutfağa girip suyunu iyice çeken tencerenin altını kapattı. Burnunu yaklaştırarak nefes aldı. Sadece dibi tutmuş. Mutfak balkonunun kapısını açtı. Temiz havayı ciğerlerine doldurmak umuduyla derin bir nefes daha aldı. Kömür sobası… Yıllar öncesinin Ankara’sındaki karbon monoksit kokusunu hatırladı. Başka yerler de geldi aklına. Pis kokan yerler…“İzmir’in Basmane’si, İzmit’in körfezi… Haliç?.. Onlar da kırk yıl önceki kokusuna mı döndü yoksa?” diye endişelendi. Bütün pis kokuları önce zihninde, sonra burnunda hissetti. Pis kokan sadece şehirler miydi? O kadar yıla rağmen bir ülke hiç mi değişmez? Salona geçti. Yemek masasının üstündeki tepsinin alt sırasındaki küçük çerez kâselerinde parmaklarını dolaştırdı. Odasına girip yattı.