Dünya soluk, mavi bir nokta. Eğer uzaydan baksaydın bir astronotun, kozmonotun gözüyle şaşakalır izlerdin kendini belki de. Niçin dünyaya geldiğini biliyor musun? Sen de bir kurbansın belki de.
Uyurken kaç kişi öldü, kaç zelzele, kaç savaş, kaç cinayet, kaç seçim geçip gidiverdi. Artık haberleri de izlemiyorsun besbelli. Anlatılamaz bir yorgunluk bu. Sabah uyandığımda, belli ki halüsinasyon, celladını alkışlayan kalabalık sana öfkesini kusuyor; lince uğramak da olası, ilaçları azaltmalı ya da arttırmalı.
DNA haritamı çıkarmaya kalksalar kesin Alacahöyük’ün veya Maveraünnehir’in (İki nehir arası diye kodlamalı) hergele bir isyancısı çıkardı karşıma. Uyumsuz, çoğunlukla ezberbozan bir büyük büyükbabanın hikayesi olurdu. Kara koyun misali. Çişim geldi yine. Evden çıkmadan tüm güdüsel gereksinimler karşılanmalı. Telefondaki ses höykürüyor yine, şunu kullanmayı öğrenemedin; ulaşılamıyor sana. Ya ulaşılmak istenmiyorsam…
Geçen gece sokak lambasının ışığında kaçamak bir öpücükle kaybolmuştu yine. Yorulduk, karşılıklı bir yorgunluk bizimkisi. Sarı, ölgün ışığın gölgesinde körleşmiştim o gece. Pencereden uzun uzun izleyesim var dışarıyı. Karşı arsaya kalaslar yığılmış. Yeni bir inşaat var. Dönüşüyoruz elbirliğiyle. Mesai başlangıcına iki saat var. Hafriyat aracı görünürde yok. İnşaatın üstüne yağan kar çoktan kalktı. Ayaz dışarısı. Güneşli bir sabaha uyanma umuduyla puslu güne uyandım. Apartman yöneticisi uğrayacak akşamında. Altı aylık aidat borcunu istedi. Devlet kapısında iş bulup mahallenin rütbelilerden olduğu zannıyla dik dik bakarak konuşmayı alışkanlık edinmiş adam.
Antidepresanlar dinginleştirmiyor bir türlü beni. Dağılıyorum giderek. Serotoninimi yükseltiyor sonuncusu. Görevler yapılıyor ama mutluluğa dair bir hayrı yok anlaşılan. Arada yazıyorum ama. Bir devrim benim için uzun süreden sonra. Yazdıkça KUSUYORUM, Herbiri kaleme döküldükçe midemde tek bir şey bırakmayacağım belki de. Bir fasit daire gibi her şey.
Kederli, yaşlı bir yüz yerleşiyor aynaya. Yaşlanıyorsun nihayetinde. Şehre ateş böcekleri gibi çökmüş yıldızları arıyorum geceleri. Şehir ışıkları göğü soluk maviliğe bırakıyor çoğunlukla. Yıldızlar belli belirsiz ortaya çıkıyor kimi zaman. Ben uyurken gezegenin hangi köşesinde cinayet işlendi. Kolektif suçlarımızı anlatmaya niyetim yok.
Kederli, yaşlı bir adam yerleşmiş yüzüme. Erkenden çöküverdim besbelli. Emekliliği hak ediyorum o halde. Ben uyumsuz emekliliği düşler oldum. Üstelik bir devlet dairesinden. Şaşalı, fiyakalı bir kopuş. Yirmi beş yıl ömür çürütmek deniyor buna. Kiremitler güneşte esmer esmer yanarken, gün batımına doğru eve varan ben zincirlerinden kurtulacağım desene. Yasaların, gücün ve iktidarın gönüllü ve maaşlı kölesi aklınca emekli oluyor kölelik ahvalinden. Bu yaklaşımımı yadırgadım bir an. Rasim Efendi gibi apartmanda kasılarak dolanırım belki bir süre sonra; hatta apartman yöneticiliğine aday da olabilirim. Belki daha fazla yazar, daha fazla kusarım içimdekileri.
Gece kırık dökük ay ışığını hayranlıkla izledim. Ürktüm bir an aydınlığından. Balkondan bu kadar parlak görünmezdi sanki. Hep bulutların ardına gizlenirdi sanki. Çocukluk anıları canlandı yeniden. Ben bir zamanlar köle değildim. Mesainin bitmesini bekleyen, şube müdürünün hey heyli zamanlarından ürken bir ucube olamamıştım daha. Büyümemiştim özetle. Kabahatler kanunundan, cezai yaptırımlardan da muaftım üstelik. “Biz büyüdük ve kirlendi dünya.” misali ferini yitirmiş gözlerimde erken çökmüş bir gövdenin ölümünü, onaylayışını fark ettim. Hele önce emekli olayım. Bir iki yılım kalacak tahtalı köye gitmeden önce. O arada yeniden aşık olurum belki. Hatta yeniden mutlu olurum, diye geçirdim içimden.
Zincirler boşalıyordu yerinden. Sahi özgürleşme ihtimalim var mıydı o devlet dairesinden temelli kopuşumla. Kim bilir, diyerek umuda yer bırakmalıyım kahve arasında. Öğle arasında yemeği geçiştirip sabahki gibi sert bir kahveyle gelmeliyim kendime. Zihnimde binbir soru. Ekranda “ülkenin akıbetine dair hamasi laflar…”Siyasetçi dediğin umut olmasa umut vermeli. Reklamlar. Televizyonu kapatıp çıkmıştım evden muhakkak.
İçimdeki sıkıntının dipsizliğine şaşırdım bir an. Devlet kasvetli ve soluk renkliydi yine. Dairenin duvarları soluk, çiğ rengiyle hayatı o kadar sevmemem gerektiğini muştuluyor yine.
Zincirler boşalınca ya da emekli olunca ben de Rasim Efendi gibi aidat toplarım her ay başı. Tüm daireleri gezerim böylece. Ben eski büro şefi, yok yok polis falan değildim, vergi dairesi anlayacağınız, emekli memur Kemal Bey. Rasim Efendi yöneticilikten emekli olunca yerini bana bıraktı. Aidat borcunuz üç ay bu arada. Kolay değil 25 yıl dirsek çürüttüm büroda. Yasa, yönerge, mevzuat falan da bilirim…