Hayat, kilitledi beni. Hücrelerimi dâhi teslim alan kopkoyu bir yas içindeyim, artık bilinmeli ki bundan böyle sonsuza değin bir sürgünüm. Etrafımdaki çığlıklar bir ateş topuna dönüşüp her şeyi yakıncaya kadar bunun farkında değildim. Feryatlar dalga dalga yükselip gökyüzünün maviliğini acı bir çığlığa çevirdiği zaman, işte o zaman anladım. Yakarışlar beynimin içine adım adım yerleşmeye başladı, önce sarsıldım, incindim, üşüdüm, haykırdım, yüreğim burkuldu, kırıldı, nefes alamakta epeyce zorlandım, en iyi bildiğimi yapıp sustum, buza dönen yağmur damlası gibi donup, olduğum yerde öylece kaldım, bir süre hareket edemedim, sonra yavaş yavaş bir devinim başladı, minik bir tohumdan bir ağaca dönüşür gibi büyüdü büyüdü büyüdü ve bedenim bir çığlığa dönüştü.
Günün her saatinde kulaklarımda çığlık sesleri, hiç ama hiç dinmiyor, taşları yara yara, toprağı dele dele, suyu böle böle, havayı tuta tuta, gelip yerleşiyor. Kapkara bir bulutun içinde yürüyormuşum gibi hiçbir şey göremiyorum. Korkulacak bir durum mu bilmiyorum? Deliriyor muyum onu da bilmiyorum? Olanları ve olacakları hazmedemiyorum. Her gün içimde bir şeyler ölüyor. İnsan nereye kadar dayanabilir, son neresidir, nereye kadar gidebilir, bilmiyorum?
Çığlıklardan önce bu topraklar, benim içine doğduğum bir yurttan öteydi, bu kulağa çok tuhaf gelse de öyleydi. Sokaklarında yürümeye bayılırdım, hele baharın gelişiyle birlikte kalbimin çiçeklenmesine kimse dur diyemezdi. Başkaları için vatan, namus, onur, din, milliyet, ulus, toprak, aidiyet olabilir; ama benim için bir rüyânın içinde doğan bir efsaneydi. Ben varsam o da vardı, onun sokaklarında yürüyorsam, o da yürüyor ve şenleniyordu. Ben nefes aldıkça o da nefes alıyordu.
Efsane diye tanımladığım bu yurt, zaman içinde bir beton cumhuriyetine dönüştü, şimdi ise, şiddetli bir sarsıntıyla üzerime yığıldı, öteledi, hırpaladı, parçaladı, ezdi, yok etti, bir çığlığa çevirdi. Bu derece derin, koyu ve kara bir acı çekeceğimi hiç düşünmezdim. Annem olsaydı o da düşünmezdi, gerçi o benim acılarımı hiç önemsemezdi, çünkü onun için ben, taş kadar sağlamdım, kırılıp dökülmez, unufak olmazdım. Şimdi darmadağın, tarumar, yıkık, dökük, yarı ölü ve acı bir çığlıktan ibaretim; yankısı hiç dinmeyen ve gittikçe yükselen feryatlar içinde kıvranan Maraş, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis, Adana, Malatya ve Türkiye, ayrıca İdlip, Halep, Hama, Lazkiye, Rakka, Tartus ve Suriye gibiyim.
Başını göğe çevirmiş köpeğin yıkıntılar üzerindeki yüzüne baktığımda, gözlerinde yaş yok; ama yüzü acıdan gözyaşı döküyor. Topraktan özür diler gibi öne doğru eğilmiş, harap dökük, ama hala ayaktaki üç katlı binanın yıkık penceresinde tüyleri toza bulanmış siyah kedinin gözlerindeki korku gözlerime yapışıyor. Göz bebeklerim sanki yuvalarından fırlayıp, yıkılan hayatların üzerine dökülüyor. Böyle hissediyorum. Kedi durduğu yerde sağa sola sallanıyor. Belki de yavrularını arıyor. Ben ise, hayatı arıyorum, bu çığlık denizinde acının boğduğu hayatın ne olduğunu, şimdi daha iyi anlamaya başlıyorum.
Hiçbir yerde ışık yok, eve gelince ışıkların yanıyor olmasının nasıl sevinçli bir duygu olduğunu, birinin seni beklediğini bilmenin, hayata açılan bir pencere kadar ferâhlatıcı bir his olduğunu kavrıyorum. Her yer zifiri karanlık. Karanlıkta dinmeyen çığlıklar.
Epesmer bir yalnızlık içindeyim, bu herhangi birinin yalnızlığı değil, çığlık çığlığa susan ve bir daha geri dönmeyecek olan seslerin, bedenlerin, sözlerin yalnızlığı.Emine Can diye tümce kuran Şair Kamber Atabey’in, artık yazılamayacak dizelerinin yalnızlığı. Yıkıntılar altındaki kızının elini tutan babanın yüzündeki derin kederin, kol boyu parmaklarına kadar indiği, umutsuzlukla tuttuğu ve bir daha asla tutamayacağı küçücük kızın minicik elinin yalnızlığı. Enkaz altında dünyaya gözlerini açan, ölen annesiyle göbek bağı hastanede kesilen Eye bebeğin yalnızlığı.
Yıkıntılara gözünü kırpmadan bakan, acı, sabır ve umudun birbirinin içinde dolaştığı duygu seliyle oğluna kavuşmayı bekleyen adamın yalnızlığı. Bembeyaz bir beze sarıp sarmalanmış, iki ucu düğümlenmiş, motosikletle bir yük gibi taşınan, taşıyanlardan birinin arkasında, diğerinin önünde katmerleşen acı, çaresizlik ve parçalanmış ruhla birlikte yol aldıkları ölü bir bedenin görünmez çığlığında hayata sarılanların yalnızlığı.
Hayal gücümün çöküşünü görüyorum. Birileri umut diyor, hayat devam ediyor, diyor. Bu boş, bomboş tümceler, yükselen çığlıklar için hiçbir şey ifade etmiyor, yaraya merhem olmuyor, akan kanı durdurmuyor, ne acıyı, ne sızıyı dindirmiyor.
Derinden en dipten hissediyorum, bütün çığlıklar beynimde, bedenimde durmadan yol alıyor, sesleri susturabilirsem düşüneceğim, Düşünmek ve çözüm bulmak için çabalıyorum. Haykırarak da olsa çığlıklar arasından düşünce kırıntılarını toplamaya başlıyorum. Buza dönüşen yağmur damlası gibi çözülüyorlar. Çözülürken direnci de içinde getiriyorlar.
Beynime yüklediğim direnci, yıkık kentlere götürmek ve onların acıdan üşüyen zihinlerini ısıtmak için sözcüklere sarılma sorumluluğunu hissediyorum. Bu yaparken önce kendimi sunağa yatırmam gerektiğini de biliyorum.Direnip mücadele etmedik. Sorunların çözümüne irade koymayanların yaptığı gibi kolayı seçip, sorunların büyümesine hep birlikte izin verdik, şimdi de umuda sarılıyoruz. Umut mücadele etmeyenler için yalancı bir emzikten öte nedir ki?..
Yaşam?.. Bugünden sonra, örneğin yarın, nasıl devam edecek?.. Devam edecek yaşama, yaşam diyebilecek miyiz?... Bu konuyla ilgili olarak ışıklı bir düşünceye sahip olan var mı?..Dünyayı becerdik, şimdi de o bizi beceriyor, niye şaşırıyoruz ki?.. Okyanusların dibinde ne olduğunu bilmiyoruz, toprağın derinliklerinde ne olduğunu bilmiyoruz, milyarlarca yıl önce neler yaşandı bilmiyoruz. Yalnızca bugünün yüzüne bakıp mastürbasyon yapıyoruz, en iyi yaptığımız şey inkâr. İnkâr ederek rahat ediyoruz. Muktedirler unutun unutun diyor ve biz unutmayı seçiyoruz, yasımızı bile tutmuyoruz, kanıksıyoruz, sıradanlaştırıyoruz, sıradanlaştırdığımız her şeyle faşizmi ilmek ilmek zihnimize örüyoruz.
Aç gözlülüğümüz, doyumsuzluğumuz sürdükçe bu çığlıklar bu yıkıntılar hep sürecek. Yeni evimiz, yeni arabamız, güvenlikli sitemiz, yepyeni model bilgisayarımız, telefonumuz, televizyonumuz, akıllı buzdolabımız, fırınımız, bulaşık makinemiz… Makinalar makinalar… Metaya ve nesnelere doymak bilmeyen açlığımız, doğaya düşmanlığımız sürdükçe ve toprağın üzerini betonla kaplamaya devam ettikçe, bu yıkıp durmaksızın ve katlanarak hep sürecek.Bütün iktidarlar arkalarında açlık ve yoksulluk bırakıyor, ama bu arada yoksullara umut vermeyi de ihmâl etmiyor. Din adamları aracılığıyla verdikleri vaatlerin sınırı yok, yoksullara bütün günâhlarının silineceğini dâhi vaat ediyorlar. Çığlık çığlığa yokluğun pençesinde kıvranan ve yaşamadan ölen bu yoksullar ülkesi nereye doğru gidiyor, bilen var mı?..
Çürümüş su gibi bulanık bellekleriyle, hırsın, zenginliğin, paranın, imânın sahibi olmuş, vicdan yoksunu bu varsıllar nereye gidiyor?..
Umuda sarılmaya gerek yok, umuttan önce, dağlar delik deşik edilirken, sular çürütülürken, toprak, betonla kaplanırken, ormanlar yakılırken, göğe doğru yükselen ve birbirimizi tanımadığımız hücreler içine kapatılırken, ne güzel, bir evimiz daha oldu diye böbürlenirken, ne yaptığımızı ve bize ne yapıldığını düşünseydik, o zaman, umuda sarılmanın bir anlamı olurdu; umutsuzluğu izlemekten yorulmazdık.
Biz düşünmeyi, soru sormayı, kolektif yaşamayı, birbirimize sarılıp dokunmayı, toprağı, yeşili, suyu ve diğer canlıları sevmeyi unutmuşken, onlar, egoları gelişmiş, beyinleri ve vicdanları küçük egemenler, yalnızca paranın hesabını yapıyor, bu çarklar onların çarkı, bu çarklar döndükçe onlara para akıyor, onlar, her yıkımı, her ölümü, paraya çeviriyorlar.
Toprak altımızdan kayarken, biz hâlâ umuda sarılıyoruz. Umudu, susarak, seyirci kalarak, karşı çıkmayarak, arkamızı dönerek, üç maymunu oynayarak öldürdük.
Hiçbir şey umudun ölümü kadar korkutucu değildi.
Artık umudun sayfalarına sarılıp beklemeyelim, hayatı festivale çevirmek için direnip, umut biz olalım. Umut olmayı başarırsak, çığlık çığlığa yok olanlar, belki bizi bağışlarlar.