Ölü domuz sürülerinin arasında gururla dikilen bir av köpeğinin yüzünde beliren ifadeyi taşıyanlar var etrafımda. Ve evimde, duvarların arasında üzeri harçla örülü tuğla deliklerininde yaşayan giganteuslarım bazı geceler bölüyorlar uykumu. Ocakta kısık ateşte demlenen bir çayın acı kokusu siniyor üzerime. Ve bekleyen telaşlar… bir film fragmanı heyecanını taşıyorlar. Evin içine dolan ‘nasıl bir telaş’ sözünü, pencereyi açıp savurdum etrafa. Rahatlamanın bir nebzesi. Halisünasyonlar arasında gerçekliği yakalama oyunu oynayan çocuklara ”merhaba” diyorum yukarıdan. Bir köşede tekmelenmiş bir topun yalnızlığı karşılık veriyor bana. Çocuklar suskun. Ellerinde canavar tutuyorlar. Çoktan yutulmuş çocuklar. Doksanların kokusu giriyor penceremden. Pencerem eskiyor, doksanlar siniyor üzerine. Dokunuyorum. Dokunmanın heyecanı buruklaşırken çığırtkan bir sevinç gözbebeklerimde büyüyor. Önümdeki sahnenin tozunda boğulacak oluyorum ve gece oynanan sokak oyunlarının içine düşüyorum yıllanmış bedenimle. Uykusal bir durum değilmiş. Bir gerçeklik değilmiş. Anı, hayal, mazi, geçmiş, eski, yaşanmış… değilmişlerin istilasına maruz kalıyorum. Bir öksürük nöbeti tutuyor yakamdan, suya uzanan elime dokunuyor bir pigme. Gidiyor… Suyu içemeden kapının tokmağı kükrer gibi kulaklarıma yapışıp kalıyor. Bir neşter arıyor bu sefer ellerim. Dağıtıyorum alet kutusunu. Topluyorum alet kutusunu. Dağıtıyorum, topluyorum, dağıtıyorum… buluyorum neşteri. Kanatırcasına kulaklarımı, kükremeyi söküp atıyorum. Emergency tabelasının altında bir sigara yakıp, kulağımdan akan kanın damla damla yere düşüşünü izliyorum. Kan kokusu. İşaret parmağımla buluşturuyorum bir damla kanı ve tabelanın üstüne gerçekçiliği bırakıyorum. Vücudumdan çıkan kan, koku olarak vücuduma geri giriyor. Sigaram bitiyor, kanım hala yere şıp, şıp, şıp… Kapıdan içeri itilir gibi düşüyorum. Kan kokusuna hasta ve serum kokuları ekleniyor. Vücudumdaki yeni oluşumların etkisiyle, avuç içlerim bedenimle bir temas halinde. Bir Prof. karşıma geçip bilimsel bir makaleden pasajlar anlatıyor. Esniyorum. Ağzımdan çıkan nefes Prof.’un bir kaç tel saçına hareket kazandırıyor. Sıkılıp çıkıyorum odadan. Prof. hala anlatıyor, yerde duran bir iki damla kana bakarak. Başka bir odaya geçiyorum. İçerde duvar kokusu, masa kokusu, kağıt, defter, kitap, sandalye, pencere, önlük kokusu… Koku filminden bir sahne canlanıyor tavanda. Jean-Baptiste Grenoville, bir ilah gibi konuşmadan kalabalığa hitap ediyor. Ve bedenlerin ruhu çıkıyor ortaya. Yalvaran ruhlar, çoşan ruhlar, mutlu, tatminkar, arzulu, haz dolu ruhlar… tüm bedenlere kontrolsüzlüğü egemen kılıyor. Doktor Bay Önlük etrafımda üç tur atıp kulağıma uygun bandajı yapıp, geçmiş olsun Bay Van Gogh diyor, yorgun ve biraz alaycı bir ifadeyle. Cebinden çıkardığı mendili sallayarak uğurluyor beni. Kokusuz mendilden aldığım sıfır hazla çıkıyorum odadan. Portremi çizdiriyorum ve dairemin kapısına asıp altına ‘Van Gogh’un dairesi’ yazıyorum. Gülümsüyorum aynalı tavana. Bir müddet yukarıya süzülüyor yaralı kulağımı taşıyan başım. Ve gövdeme bağlı soluk borumun elastik yapısını oyuncak maskotlara benzetiyorum. Bir çocuk elinde ısırılıyor, bir takım cisimlere vurulup tepki vermem bekleniyor. Tepkisizlik. Acıtan tepkisizlik… Sıkılıyor benden, ben de ondan. Kapı kapanıyor. Ben dışarıda; koltuğum içerde kalıyor. Yatağım içerde kalıyor. Çalışma masam, kitaplarım, kıyafetlerim, aynam, halım, tablolarım… içerde kalıyor. Kapının tokmağını kükretiyor ellerim. Açacak birileri var diyor pigme. Tuğla deliklerine gizlenen giganteuslar için vakit erken, benim için geç diyorum. Suratımda beliren ihtiyar kırışıklıkları, her mutsuz olduğumda görünür oluyorlar birde limon yiyince. Sokakla buluşturuyorum görülen varlığımı, ruhum hala kapı tokmağından kurtulma derdinde. ‘Hüseyin Zekai Paşa sokak’ yazan tabelaya takılıyor gözlerim. Ve bakışlarımı çocuklara çevirip ağzımda bir şeyler geveliyorum. İçlerinden biri büyülenmiş gözleriyle bakıyor. Çilingir aradığımı anlayıp canavara sormak için müsaade istiyor. ”İki alt sokak, 128 numara. Çilingir arayanlar derneğinin yanı.” Eskimiş kaldırımda, eskimiş ayakkabılarımla eski yürüyüşlerimi taklit ediyorum. Anı toplayıp geçiyorum hanımeli kokularının önünden. Çilingircide bir not: ‘Bir saate gelirim.’ İyi de ne zaman gitmiş olabilirsin, nereden bileceğim bunu? Kağıdın boş kalan yerine yazıyorum bende: ‘Geldim yoktunuz, bir saat sonra tekrar geleceğim. (müşteri)’ Karşı taraftaki kafede oturmuş bekliyor iki çay istiyorum garsondan. Birini masasına oturduğum şaire uzatıyorum. Teşekkür mahiyetinde kalemini kalbine götürüp bana uzatıyor. ”Benim için bir şiir yazar mısınız?” ”Şair olan sizsiniz” diyorum. ”Ben çilingir bekleyen ve yaralı bir kulak taşıyan, kokulara müptela sıradan bir insanım.” Gülüyor. ”Olsun” diyor. ”Sadece nasıl bir şey yazarsınız diye merak ettim.” Uzattığı kalem parmaklarımda istemsizce hareket ediyordu.
Sürreal bir tabloda buldum kendimi Sığındım renklerine kaçarken yaşamdan Sığındım ve sarıldım kendi kollarıma Duşakabinde bir şemsiyenin eğri duruşu Denizin dibinde ateşten bir kuş yuvası Ve cam duvarlı evlerde vantuslar… Bir kaç gülücük yolluyorum Şaşkın bakışlarımda garip bir heyecan Ve bir arayış pervanesi gözlerim. Bir arayış tuvalde Ölü gerçekliğin renkli dünyası Ve derinliğin sonsuz çoşkusu
Kağıdı uzattığımda bir yandan çilingire bakıyordum. Kapıda notu okumakla meşguldü. Kağıdı buruşturup yere attı. Buruşturulmuş kağıt işlevselliğini yitirmiş halde bir köşede yalnızlığı yaşıyordu. Yalnızlığın işlevsizliği. Çilingir, saatine baktı, kepenkleri indirip, bilinmeyen bir zamanda gelmek üzere, bilinmeyen bir yere gitti. Adamın gidişini izlemek bana, eve giremeyecek olmamı haykırıyordu ve bu haykırışlarım sadece sağ kulağımda etkili oluyordu. Donuk ifadem, şairin okuduğu şiirimle daha da donuklaşıyordu. Katatonik bir hal. Şiirin bitmesini beklemeden kalkıyordum masadan. Çilingir arayanlar derneğinin kapısından giriyorum, eskimiş ayakkabım ve bir şairin kalemiyle. Masada, üzerine ölü bir ifade yapışmış orta yaşlı bir kadın, ağırlaşan mor renkli göz kapaklarını kaldırıp hoşgelmediniz der gibi bakıyordu. ”Hoşbulmadım” diyor; Yan taraftaki çilingiri şikayet etmek için geldiğimi belirtiyordum. Kapıdan girerken üzerime bir ağırlık çöktüğünü hissettim. Hiçlikti belki de. Belki de bir boşluk. Ölü ifadeli kadın, sanki içimden geçenleri algılıyor gibi önündeki kitaptan bir cümle okuyor şiirsel bir dille. ”Demokritos, evrenin atomlarla dolu olduğunu, atomların hareket edebilmesi için aralarında sonsuz boşluklar olması gerektiğini söylemiş.” Sürtünme ve boşluksuzluk. Üşüyordum sanki. İçeride dolaşan hiçliğe dokunuyordum üşüyen ellerimle. Şairin kalemiyle, ilgileneceklerini söylediği dilekçeyi yazmaya başladım.
ÇİLİNGİR ARAYANLAR DERNEĞİNEBen, kendi hatası yüzünden kapının dışında kalmış ve içeriye girip de eşyalarına kavuşma özlemiyle yanıp tutuşan; eskimiş ayakkabı, kulağında bandaj ve şairin kalemiyle dolaşan bir varlığım. Varlığımı devam ettirebilmek için evime girmem gerektiğini belirtmek isterim. Anahtarım içerde yalnız kaldı. Koltuğum içerde yalnız kaldı. Kitaplarım, kıyafetlerim, çalışma masam, halım, tablolarım… yalnız kaldılar. Yalnızlığın işlevsizliğini hissediyorum. Bensiz hiçliğe düşmüşler ve benim hiçliğe düştüğümü bilmiyorlar. 128 numaradaki çilingir, benim notumu yere atıp beklemeden gidiyor olmasına anlam veremediğimi belirtmek isterim. En kısa zamanda gereğinin yapılmasını arz ederim. Yalnızlığım ve Saygılarımla… Van Gogh'un Dairesi No:5
Ölü ifadeli kadın, ben dışarı çıkmadan arkamdan ağır ifadelerle sesleniyordu. ”Bayım, dilekçenize yanıt geldi. Üst katımızdaki misafirhanemizde konaklamanız uygun görülmüştür.” Göz altı morluklarının üzerindeki kasları zoraki bir gülümsemeyle çalışıyordu. Devamlı tekrarlanan Carmina Burana O Fortuna’nın ritmine kapılmış sadece ben değildim. Etrafta biriken tozlar, yüzeyden kopup tekrar konuyorlardı. Ölü ifadeli kadının katılaşmış saçından ayrı duran bir tel, ritmik hareketler sergiliyordu. Duvarda asılı duran derneğin tabelasına, şairin kalemiyle ‘ve misafirhanesi’ ibaresini eklerken, anlamsızca bakan bir çift mor gözle karşı karşıya kalıyordum. Kadın gidiyor, ardından bıraktığı karanlıkla baş başa kalıyordum. Işığın yokluğu eşliğinde üst kata çıkıyordum. Duvardaki soğukluğun varlığını avuç içlerimde hissediyordum. Üst kata çıkmam biraz uzun sürmüştü. Kapıyı açmak için hamle yaptığımda içerden gelen seslere kulak kesildim. Duvarda tutunmuş bir semender yaralı kulağımı incelemekle meşgul. Kapı açılıyordu ve içeride beliren ışık gözlerimi kısmama neden oluyordu. Kısa boylu, göbekli ve çizgili tişört giymiş biri, uzunca bir süre yüzümü inceliyor ve ”hoşgeldin” deyip boynuma sarılıyordu. Ben, yere saçılmış boya kutularının üzerinden geçerken, ressam duvar üzerinde çalıştığı resmine devam ediyordu. Odadaki diğer kişi ise pencereden dışarıyı izlemekle meşguldü. Bana doğru döndüğünde yüzündeki acı çeken o ifadeyi tanımıştım. Şairdi bu. Kalemin sahibi elini uzatıyor, yüzünde kötü kokuya maruz kalmış bir ifadenin görüntüsüyle ”sizin yüzünüzden şiirimi tamamlayamadım” diyordu. ”O benim uğurlu kalemim, neden geri vermediniz?” Kalemi uzatıyor, özrümü ifade etmek için ne yapabilirim diye düşünüyordum. Pencereden giren kuzgun şairin omzuna konuyordu. ”Buna yiyecek bir şeyler bulabilirseniz özrünüzü kabul ederim” diyordu. Duvardaki semenderi alıp kuzguna uzatıyorum. Ressam duvardaki son eseri üzerinde çalışırken, anlamsız gelen şekilleri elimle işaret edip cevap vermesini bekliyorum. Suskunluğu yaralı kulağımı sızlatıyor. Suskunluğu, …acıtıyor …yaralıyor …alay ediyor …küçük görüyor. Suskunluğu bir volkan gibi fırça ucundan duvara fışkırıyor. Kuzgun şairin omzundan benim omzuma konup kulağımdaki bandajı didikliyor. Kovalıyorum. Uçup tekrar konuyor. Sürekli bir tekrar bir dönüş hali. Kovalıyorum pencereden. Şair umursamıyor. Sözcüklerin arasına sığacak kadar küçülüyor. Yokluğa an kala bir yerlerde, meşguliyetinin telaşında. Duvardaki devasa tablonun önünde uyuya kalıyor ressam. Tavanda bir projektör farkediyorum ve düğmesine basıyorum. Carmina Burana O Fortuna’nın sahne performansı görüntüsünün, resmin üzerindeki yansımasını izliyorum. Müziğin çoşkusuyla ressam uyanıyor ve odanın ortasında kendine has figürlerle, müziğin ritmine ayak uydurmaya çalışıyor. Pencereyi açıp dışarıyı izliyorum. Ellerinde ‘kuzgunlara özgürlük’ pankartı taşıyan bir grup yürüyüşe geçmiş. En önde şairin kuzgununu farkediyorum. Kabarmış tüylerinin arasında gurur, ağzında semender ile. Şair ‘O’ harfinin içinde sıkışıp kalmış, ressam ise çoktan uykuya dalmış. Ressamın elindeki fırçayı alıyor, karşı duvara ağzında semender tutan bir kuzgun resmi çiziyorum. Fırçayı ressama yöneltip, Dali bıyığını ressamın tombul suratına yerleştirip tekrar pencereye yöneliyorum. Perdeleri uç uca ekleyip, bir ucunu ressamın ayağına bağladıktan sonra diğer ucunu pencereden sarkıtıyorum. Şair sıkıştığı yerden hakaretler yağdırıyor, ben ise şairin kalemini alıp pencereden aşağıya iniyorum. Kuzgun ve ekibi gözden kaybolmuştu. Çilingircinin geç vakitte dükkanını açmasına şaşırıyor bir yandan da tebessüm ediyordum. Yalnızlığın işlevsizliği ile yüklü buruşmuş kağıdı yerden alıyor, düzeltip çilingire uzatıyorum. Yüzüme inceler gibi bakıyor; gözleri, kalın camlı gözlüklerinin arkasında çok iri gözüküyorlardı. Ona, şikayette bulunduğumu söylediğimde, piposunu ağzından çekiyor, ardı ardına gelen kahkahaları sinir hücrelerimi harekete geçiriyordu. Alet çantasını alıp, yolu tarif etmemi söylerken, bir yandan da boynuna doladığı atkısını kokluyordu. Ben sessizliğe bürünmüştüm, o ise bir takım şeyler mırıldanıyordu. Mırıldandığı şeyleri anlamıyordum ama, sanki biriyle konuşuyormuş gibi bir görüntü sergiliyordu. Duymak için iyice sokuluyordum fakat, eliyle uzak durmamı tembihliyor, konuşmasına tekrar kaldığı yerden devam ediyordu. Parçalanmış benlik. Bu durum, Hüseyin Zekai Paşa Sokağı'nın girişine kadar devam ediyordu. Pipolu adamın yanındaki varlığın yokluğunu görüyor, daireme yaklaştığımı ona, birtakım el işaretleriyle anlatıyordum. Evimin önünde, ‘kuzgunlara özgürlük’ pankartı taşıyanlarla karşılaşıyordum. Kuzgun, kabarmış tüyleriyle bana baktı, ağzındaki semenderi önüme bıraktı ve uçup gözden kayboldu. Pankart taşıyan göstericiler ise pankartları yere bırakıp geldikleri yöne doğru gittiler. Dairemin kapısına geldiğimizde, pipolu adam kapıda duran resmime bakıp, önünde saygıyla eğiliyordu. Kapıyı açan pipolu adam, onu eve davet etmemi bekliyormuş gibi bakıyordu. Ücretini ödeyip kapıyı kapattım. Yorgun bedenimi yatağa bırakıp, ruhumu farklı boyutlarda seyahat etmesi için serbest bırakıyordum. Kuzgunlarla dolu bir adada saldırıya uğramanın korkusuyla gizlenecek yer arıyorum. Şair önümde dikiliyor, yüzündeki öfkeli ifadeyi kaldırıp üzerime atıyordu. Yere düşüyor, kalkmak için ne kadar çaba sarf etsem de bir türlü beceremiyordum. Uç uca iliştirilmiş perdeyle elimi, kolumu ve ağzımı bağladıktan sonra, bir müddet gözden kayboluyordu. Ressam ve pipolu adam topallayarak geliyorlar. Ressam elindeki fırçayla saçlarımı sarıya boyadıktan sonra, pipolu adamla birlikte uzaklaşıyordu. Şair, yüzlerce kuzgunu bir araya toplayarak geliyordu. Elini uzatıyor. Kalemini istediğini anlıyordum, ama o, yanımda değil lafını bir türlü anlamıyordu. Kuzgunları üzerime salıp uzaklaşıyordu. Uyanış. Nefes nefese kalıyor, yalnızlığımdan bir bardak su istiyordum. Bir pigme, elinde bir bardak suyu uzatıp gidiyordu. Suyu içip dışarıya atıyorum kendimi. İki sokak aşağıya koşarcasına gidiyor, hanımeli kokularının önünden geçiyordum. Topluyordum hızlıca bıraktığım anıları. Çilingir Arayanlar Derneğine geldiğimde, ölü ifadeli kadına aldırmadan yukarıya koşarcasına çıkıyordum. Kapıyı çalıyorum. İçerdeki sessizliği duyuyor, kapıyı açmak için girişimde bulunuyordum. Ölü ifadeli kadının arkamda dikilmiş görüntüsü ürkütüyor beni. Kimsenin olmadığını, dün akşamki misafirlerin ise az önce ayrıldıklarını söylüyordu. Nereye gittiklerini düşünürken, karşı taraftaki kafe geliyordu aklıma. Kafenin kapısından içeriye uzanan bakışlarım, şair ve omzundaki kuzgunla buluşuyordu. Yüzündeki acı çekmiş ifadesi uzaktan rahatlıkla seçiliyordu. Ressam ise, kafenin duvarına resim yapmakla meşgul oluyordu. Şairin kalemini, masasına bırakıp bekliyorum. Yüzüme dahi bakmadan kalemi alıp yazmaya başlıyor ve tek kelime etmiyordu. Benim varlığımı hiçe sayıyor, görmezden geliyordu. Kafeye sıkışıp kalmış varlıkları izliyordum. Mahalleye sıkışıp kalmış varlıklar. Semte, ülkeye, dünyaya… sıkışıp kalmış varlıklar. Daha ötesi yokluk. Bir yok oluş ve işlevsizlik. Yalnızlığın işlevsizliği. Eve dönüş yolunda, kuzgun gelip omzuma konuyor, ilk başta ürküyorum ama sonra alışır gibi oluyorum. Yol boyunca yaralı kulağımı didikliyor, kurtulmak içinse olanca gücümle kaçıyordum. Amacına ulaşan kuzgun zafer edasıyla uzaklaşıyor, ben ise kan kokusunu çekiyordum içime. Yere damlayan kanıma bakıyor, eve gitmek yerine Pof.’tan, bilimsel makaleden birtakım pasajlar dinlemeye gidiyordum.