El kadar çocuk denilenlerden bizimki. Aşağıda bilmiş bilmiş konuşuyor. Arada “Değil mi baba?” diye onay bekliyor. Onu daha iyi duymak için kafamı sağa, aşağıya eğiyorum. Susmak bilmiyor. Kız çocuğu dilli olur sözünün canlı ispatı. Annesine çekmiş cadı.
Şemsiyeyi onun üzerine doğru tuttukça benden uzaklaşıyor. Tepesindeki siyah şeyden hoşlanmıyor. Pıtırtılı sesler çıkaran su tutmaz kumaş parçası kafamı şişirdi. Yanımdaki, su birikintilerinin hiçbirini ıskalamıyor. “Hoop” dedikçe pantolonum daha çok ıslanıyor.
“Yağmur niye yağar ki baba?”
Başladı gene. Hangi yağmur? Soru yağmuru mu?
Gülüyorum. Alttan alta bana bakmaya çalışıyor. Yüzüne damlalar düştükçe gözlerini kırpıştırıyor. Soruyu başka bir soruya yol açmadan cevaplandırmanın yollarını arıyorum. Sözcükleri seçerek anlatmaya çalışıyorum.
“Peki söyle bakalım.” En iyi savunma saldırıdır lafı, boşa söylenmemiş. ”Biz bu havada niye dışarıdayız Aylin?”
“Hoop!” diyor. Bir su birikintisi daha. Allahtan karşıdan gelenler anlayışlı. Havaya zıplayıp gülümsüyorlar. “Pamuk şekeri baba. Sanki bilmiyorsun.”
“Pamuk da şeker de sensin. Eve gidince görürsün sen.”
Kıkırdıyor. Islanmak için şemsiyeden kaçan fıstık bana iyiden iyiye yaklaşıyor.
“Peki baba. Bir soru daha.”
Sesini duymak için yengeç gibi yürümek omzumu ağrıttı. Şemsiye taşıdıkça ağırlaşıyor. Olan oldu. Sucuk gibi ıslandım zaten. “Hoop!” diyorum. Ondan önce çift ayak birikintiye atlıyorum. “Baba!” Aylin pek bir içerledi. “Haksızlık ama bu. Senin ayakların daha büyük.” Ayaklarımın dibine kendini atıyor.
Yanımızdan arabalar geçiyor. Ne dediğini net duyamıyorum. “… Bilmiyor musun?” diyor.
Bilmiyorum. Ne dediğini bilmiyorum. O kadar eğildim, yine de duyamadım. Sorularını işitmek, seni anlamak, mutlu etmek istiyorum.
“Hadi ama baba! Yağmurun kardeşi var mı?”
Konuyu buraya getireceği belliydi. Kardeş ısrarı bitmek bilmiyor. Değil ki yeni bir kardeş, kızım biz daha seni ne yapacağımızı bilmiyoruz.
“Vardır herhalde. Belki de yoktur. Emin değilim. Hem herkesin kardeşi olacak diye bir şart yok.”
“Yok mu? Ama annemin ve senin ikişer tane var.”
Susmak en iyisi.
Dudakları büzüşük, sesi çıkmıyor.
“Yoruldun mu? Kucağıma alayım mı seni?”
Ses yok.
Kaldırımla yolun birleştiği yerde orlondan yapılmış oyuncak bir bebek yüzükoyun yatıyor. Mağaza işi değil. Kim bilir hangi anneanne ya da babaanne nice emekle yapmıştır. Asıl garibi, hangi çocuk bunu hangi nedenle hangi arabadan atmış ya da düşürmüştür. Gerçek hayatta kesinlik yok. Yoksa var mı?
“Ne kadar güzel değil mi baba?”
Eyvah. Biz ikimiz zaten sıçan gibi ıslandık. Eve gidince paparanın bini bir para. Bir de ıslanmaktan şişmiş bir bebekle dayandık mı kapıya kıyamet kopar.
“Pis o kızım. Dokunma.”
Dinleyen kim. İki küçük kız sarmaş dolaş oldular bile.
“Bırak hadi onu. Gidelim. Anne merak eder.”
“E peki bu bebişin annesi?”
Aylin aynada yeni bebeğiyle yan yana. Ona sürekli bir şeyler anlatıyor. Bebek de az çenesiz değil, sesi bir yerlerden tanıdık geliyor. Asansörün tabanında su birikti. Eve bir an önce kapağı atıp giysilerimizi değiştirmeli. Zile basınca kapı sanki kendiliğinden açıldı.
"Yahu sen deli misin? Bu havada bu kadar saat gezilir mi Suat?”
“Ne saati! Abartma Tülay. En fazla kırk dakika olmuştur.”
“Kırk dakika az mı Suat!”
“Hep dışarıda değildik ki.”
“Belli belli. Sırılsıklam olmuş çocuk. Tabii. Hastalanınca bakacak sen değilsin.”
Aylin saç kurutma makinesinden kaçmaya çalışıyor. Becerebilse bornozun içinde kaybolma numarası yapacak.
“Bizim kalabalığımız azmış gibi bir de kokmuş bebek getirmişler.”
Aylin itiraz ediyor.
“Kokmuş değil anne. Kaybolmuş.”
O kadar gürültü arasında bizi duyuyor.
Fısıldayarak kavga etmek en zoru. Yatak odamızın kapısını kapattık. Eski defterler açıldı. Bir onları kapatamadık. Dön dolaş incir çekirdeği mevzular. Klişeler havada uçuşuyor. “Senle hiç evlenmemeliydim.” “Var olanı tükettik.” Benzer bir sürü ıvır zıvır.
“Baba niye buradasın?”
“Uykum kaçtı kızım. Sen?”
“İsim düşünüyordum. Bebeğim için.”
“Buldun mu?”
“Sanırım evet.”
“Ne peki? Söylesene.”
“Yağmur.”
“Güzel isim. Hadi yat kızım.”
“Ben de burada yatacağım.”
Tülay sabah yine erkenci, çoktan uyumuş. Kanepe dar.
“Girsene enişte. Hoş geldin.”
“Asıl sen hoş geldin Şevval. Beni buraya niye koydunuz?”
“Ben koymadım Suat ağbi. Aşk olsun!”
“Kim koydu ya baldız. Ablan mı?”
“Ben koymadım ağbi. Ben psikoloğum. Benlik bir şey değil bu. Ablama dediklerimi bir bilsen alnımdan öperdin.”
“Kim giydirdi peki bu deli gömleğini?”
“Ağbi moda bu. Herkes böyle giyiniyor. Etrafına baksana.”
Yataktan sıçrayarak uyandım. (Bir klişe daha.)Buraların yağmuru bir başladı mı süner gider. Yağmur camlara vuruyor. Arada şimşek çakıyor. Aylin’in keyfi yerinde. Mışıl mışıl uyuyor. Elimi alnına attım. Yanıyor. Pek de keyif uykusu değilmiş. Tülbent ıslatıp başına koydum. Tülay hissetmişçesine salonda bitti. Hiç konuşmuyoruz. Sabahı zor ettik. Aylin toparlandı. Tülay yorgun argın işe gitti. Ben izin aldım.
Tülay akşama eve enkaz gibi döndü. Anlaşılan teftiş pek iyi gitmiyor. Yemek sonrası gevşemesi için bir şişe şarap açtım. Dünü biraz konuşuruz sonra şöyle matrağından bir film, Aylin uyur, biz yakınlaşırız diye plan yaptım. Planım geri tepti. Gök yarıldı, içinden şeytanlar çıktı. Tülay’ın bedeni gevşeyeceğine çenesi kalabalıklaştı. Aklına geleni söylüyor. Konuştukça konuşuyor. Susmak bir noktadan sonra imkânsızlaştı. Odanın kapısını kapattım. Ezeli rekabet coştu.
Tülay’ın bedeninde başka insanlar hortladı. Altta kalanın canı çıksın. Konuşanlar 2- Dinleyen 0.
Sesimiz yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor. Gökten yağmur, yıldırım yağıyor. Her damla son oldu. Hoop atla bakalım Tülay hanım, birikintilerimizde boğulalım. Kimin ayağı daha büyük, kimin dili daha pabuç görelim.
Salonun kapısı açıldı. Aylin göründü.
“Baba sen kimsin? Ya anne sen?”
Konuşmalarımızı duymuş. Hakaretlerimizi yüzümüze vuruyor. Sırtında küçük çantasıyla aralıkta duruyor. Noktalı, uçuk pembe külotlu çorabını güya giymiş. Ayak uçları öne doğru sünmüş, ayakları palyaço gibi kocaman. İki eli bebeğin şakaklarında, avuç içleriyle kulaklarını kapatıyor.
“Ben teyzeme gidiyorum. Şevval teyzeme.” Bize sırtını döndü. Alçak sesle konuşuyor. “Yağmur’un psikolojisi bozuldu.”