Ayrılığın hediyesi olan yürek ağrısını sırtlar, içinde hissettiği fırtınayla beraber o tadın, o kokunun geldiği yöne doğru giderdi. Aslına bakarsanız kah bir meyhanede kafa çekerek, kah ıssız bir sokağın kaldırımında sızarken, kah izbe bir sabahçı kahvesinde kasetten filmi tekrar tekrar izlerken hep unutmak istemişti o tadı, kokuyu. Fakat ne yapsa faydasızdı. O kokunun ve tadın hasretine hiç alışamıyordu.
Feleğin Osmanlı sillesini yemiş, sabahçı kahvesinin müdavimleriyle beraber, yarı uyanık, yarı uykulu seyrederken filmi. Çarparak sarı ışığa savrulan bir kelebeğin, kucağına düşmesiyle birlikte döndü gerçekliğine. Zalimlerin hüküm sürdüğü bir topraktan bir iç toprağa çıkıp gelmişti. Merdiven altı atölyeler de çalışmış, çoğu işsiz kalmış, şehrin yoksul semtinde bir gecekonduya sığınmış tek başına hayatını sürdürmekteydi. Kısaca bu kente gelip sığınmıştı.
İtinâyla avucuna aldı kelebeği, götürüp dışarıda bir yaprağın üzerine koydu. Sonra esnafın kepenk açılışlarının demir seslerini dinlemeye koyuldu. Doğduğum toprakların beyaz örtüsünün soğuğuna dayanamadığım için, beni fırlatıp başka sarı sıcak örtülü kapıların önüne attı. Şimdi ben, beni bağrına basan üşütmeyen bir kapıda mıyım dedi. Başını göğe kaldırdı, ilk defa yıldızları bu kadar uzak gördü, ilk defa iliklerine kadar titrediğini hissetti. Ben neredeyim diye haykırdı. Sesine çatıdaki kuşlar havalandı, kediler kaçtı, köpekler yarım kaldırdı başını...