Neşe ve coşkudan yoksun bir hayatı sürdürürken dünyaya arkamı dönmüştüm. Böyle yaşamak epeyce zorladı beni, uzun süre bocalayıp durdum. Hayatı, duygudan yoksun sürdürmek, istemediğin bir yükü, zorla taşımak gibi ağır geliyordu.
Bunun yalnızlıkla bir ilgisi yoktu, yalnızlıktan korktuğum için de değildi. Bazen korkutucu gelse de genellikle seviyorum yalnızlığı.
Zorlanmamın nedeni, bambaşkaydı. Onun yokluğuydu. Yokluk dediysem, bir insanın yokluğu değildi. Yerine hiçbir şeyi koyamayacağım, hiçbir şeyle dolduramayacağım tılsımlı bir yokluktu. Hissetmediğim zaman korkuyor, inciniyor, kalbîmin ritmini duyamıyor, huzursuz ve tedirgin oluyordum.
Maden ocağında çalışanlar bilir, dünya kapkaranlık görünüyordu. Öyle hissediyordum. Okyanusun ortasında yapayalnız kalmış, dibe doğru çekiliyormuşçasına ürperiyordum. Demir parmaklıkları olmayan bir hücrede, üç adım ileri, üç adım geri, tutsaklığımın içinde dönüp duruyordum.
Sol mememin altına gizlice sızdığı zaman, sevdiği oyuncakla uyuyan küçük bir çocuk gibi mutluluğum erişilmez oluyordu. Dünya, yalın görünüyordu gözüme ve ben, nasılsam ona dönüşüyordum. Yüreğim, bütün çanları çaldırtacak güçle atıyordu, zaman ve belekten önceki zamanlardaki gibi. Dünya benim yuvam oluyordu. Onu, kendi denizime çevirip, sürekli dalgalandırıyordum. Bu dalgalarla, gülüşüm ve düşüncelerim gençleşiyordu.
Çıplak ayakla, toprağı mühürler gibi yürüyordum, böyle daha iyi hissediyordum. Çimeni, çiçeği, böceği, rastladığım her şeyi coşkuyla kucaklayıp kokluyordum. Oturduğum yerden taşıyor, genişliyor ve bunu fiziksel olarak hissediyordum.
Ellerimdeki esintili titreme, sabah yelini anımsatıyor, yüzüme bilinmedik renkler doluyordu. Ritmini yitirmiş kalbim, büyülü ezgisine kavuşmuş, toy bir kısrak gibi koşuyor; dudaklarımın buğusu, dokunduğu her şeyin düzenini bozuyordu. Rastlantıyla geliyordu ve ben rastlantıları seviyordum.
Onunla karşılaşınca, gizemli, tedirgin, tetikte ve meraklı bir koşuşturma içindeki bakışlarımı kaçırsam da ruhumda derin bir sarsıntıyla değişen hiçbir şeyi kaçırmıyordum. Bütün bedenim, buram buram romantizm kokuyordu.
Sorup da bir türlü yanıtını bulamadığım, nereye saklandı bu mutluluk, diye artık sormuyordum? Köklerini… Kalbimde her gün biraz daha büyüyen ve bütün varlığımı teslim alan incecik dallarını hissediyordum.
Doğrusu, dille anlatılamaz bir güzellik içindeydim. Yeni yağmış kardan akan ışık gibi büyülüyordu beni. Hissettiğim; gizli kalmış, itiraf edilmemiş bir duygunun melez çekiciliğine saklanmış olağanüstü bir şeydi. Onsuz geçen yılların, hayat yüzü giymiş ölüm olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum; yalnızca nefes almaya yarıyordu.
Deli gömleğiyle sokaklarda dolaşabilirdim, onun yokluğunun dışında her şeye alışabilirdim fakat onun yokluğuna bir türlü alışamıyordum.
Yaşama, büyük arzular duymama neden oluyordu. Değiştirici özelliği nedeniyle sürekli değiştiriyordu. Derinlerde gizlense de hemencecik kendini yüzeyde belli ediyordu. Onu itiraf etmeme gerek yoktu; hayat bulduğu bedenim, zaten bir itiraftı. Yürek tazeleme mevsiminde yaşıyordum.
Ruhumda, tehlikeli bir deney yapıyordu; birdenbire patlıyor, sarsıyor, yıkıyor, yakıyor, dağılıp toparlanıyor, yeniden başlıyordu. Coşkulu bir çatışma içinde ne yaptığını bilen tavizsiz bir hayalperestti.
Tutkulu ve cesurdu, kimsenin önünde eğilmiyordu ama herkesi önünde diz çöktürüyordu.
Derin bir sızı, geçmeyen bir ağrı, o yok oluş, o sarsıntı, o uçurum, o vazgeçiş, o zayıflık, o tedirginlik, o endişe, o merak, o heyecan, o coşku, o kaçış, o dönüş, o zehir, o delilik, o tuzak, o cellat, o zalim haz, o sarhoşluk ve o tılsımın önünde, diz çöküyordum.
Hayatın bütün taşkınlıklarını yüzümde taşıyor; sonsuzluğunda kaybolup gidiyordum. Bedenimi yepyeni bir deri kaplıyor; dünyadan daha büyük bir kalp taşıdığımın ayırdına varıyordum.
Evcilleşmesi olanaksız olan bu firfiri duyguyla güneşin mihrabına çıkıyor, yeryüzünde kalacağım son geceyi, onunla geçirmek istiyordum.