Jean-Luc Godard: Sinema Sanatını Yeniden Tanımlayan Deha/Erinç BÜYÜKAŞIK
Jean-Luc Godard: Sinema Sanatını Yeniden Tanımlayan Deha/Erinç BÜYÜKAŞIK
5 dakika okundu
Jean-Luc Godard, sinema dünyasında devrim yaratan ve Fransız Yeni Dalga (Nouvelle Vague) Akımı'nın öncülerinden biri olarak tanındı. Sinema tarihine damgasını vuran bu akım, sadece sinematografik tekniklerle değil, aynı zamanda anlatım biçimleriyle de sinemada köklü değişikliklere yol açtı. Godard, konvansiyonel sinema anlayışına alternatif bir bakış açısı yaratmaya çalışırken, karşı sinema kavramının da önemli bir temsilcisi oldu. Yönetmenin şiirle, edebiyatla, antropoloji, göstergebilimle içkin ve metinlerarası anlatımı tam da sözünü ettiğimiz sinemayı yeniden inşa eden bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzun somut yansıması olmuştur.
Karşı Sinema ve Godard
Görüntüler üzerinden felsefe yapan ve konvansiyonel sinema anlayışına alternatif bir bakış açısı yaratmaya çalışan yönetmenlerden bahsederken karşı sinema kavramı da burada önemli bir yer tutar. Peter Wollen, klasik anlatı sinemasına karşı mücadele eden yeni bir sinema anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bu anlayışın gelişmesinde, Fransız Yeni Dalga Akımı'na öncülük eden ve eleştirel, yorumcu-denemeci tavrıyla anlatım formu içinde radikal tavır sergileyen kişi Godard olmuştur. Godard’ın o güne kadar çektiği filmleri referans alınarak, ilk kez 1970’li yılların başında Peter Wollen tarafından ortaya konulan bu karşı akım, ana-akım sinemaya dair tüm unsurları reddederek egemen ideolojiye karşı yeni anlatım modelleri geliştirmiştir.
Karşı sinema, deneysel, sanatsal veya avangart nitelikli filmleri kapsar. Bu sinema hareketleri, izleyiciyi aktif bir şekilde katılmaya, yönlendirmeye ve değiştirmeye potansiyel sağlar. Wollen, ana akım sinemasının oluşturduğu değerlerden yedi ölümcül günahı olan Anlatı Geçişkenliği, Özdeşleşme, Şeffaflık, Tek Diegesis, Kapalılık, Haz ve Kurgu'ya karşılık yedi ana erdem olan Anlatı Geçişsizliği, Yabancılaştırma, Ön Plana Çıkarma, Çoklu Diegesis, Açıklık, Rahatsız Olma ve Gerçeklik kavramlarını ortaya koymuştur.
Godard bu anlatım tarzını filmlerinde sıklıkla kullanır. Olaylar arası bağlantıyı koparmak için alakasız görüntüleri, sesleri, imgeleri veya ara yazıları kullanarak anlatımın devamlılığında bozulmalara yol açmıştır. Bu nedenle filmlerinde imgeler arasında yarattığı boşluklar ile iyi kurulmuş olay örgüleri, rasyonel mantık ve neden-sonuç ilişkisi önemli değildir. Ayrıca, kronolojik sıralamada sıçramalara da başvuran Godard, filmlerinde zamansal akışı çoğu kez sekteye uğratır. "Weekend" filmiyle zamansal akışı kesintiye uğratarak farklı evrenleri ve bu evrendeki imgeleri bir araya getirerek kronolojik akışın bağlantısını koparır. Bu anlamda sekteye uğratılan zaman akışıyla birlikte izleyici film ile arasına mesafe koyarak seyircinin yabancılaşmasını sağlar. Godard’ın anlatısal geçişliliği kırmasındaki en önemli nedenlerinden biri, seyircinin anlatı karşısında sarsılmasını ve konumunun bilincine varmasını sağlamaktır.
Jean-Luc Godard, 1960'ta "Serseri Aşıklar" (À bout de souffle) filmiyle yönetmenliğe başladı ve bu film, Fransız Yeni Dalga'nın ikonik eserlerinden biri olarak kabul edilir. Filmin başrollerinde Jean Seberg ve Jean-Paul Belmondo yer alıyordu. Filmde, oyuncuların rahat ve sıradan tavırları, doğaçlama diyaloglar ve sürekli hareket halinde olan kamera dikkat çekmiştir. Bu, sinemaya yeni bir enerji ve cesaret getirdi.
Godard'ın Sinematografik Devrimi
Godard’ın filmlerinde yenilikçi anlatım teknikleri ve estetik anlayış ön plandaydı. "Le Mépris" (Contempt), "Bande à Part" (Band of Outsiders), "Alphaville" gibi filmleriyle sinemada yeni bir tarz oluşturdu. Quentin Tarantino ve Martin Scorsese gibi yönetmenler üzerinde de büyük etkisi oldu. Godard, kamera arkasına geçmeden önce sinema eleştirmeni olarak çalışmıştı ve bu deneyim, onun film yapma anlayışına derin bir etki yaptı.
Godard’ın "Le Petit Soldat" (The Little Soldier) filmi, devlet eliyle işkence görüntüleri nedeniyle 1963'e dek yasaklı kaldı. Bu filmde oynayan Anna Karina, 1961'de Godard ile evlendi ve "Kadın Kadındır" (A Woman Is a Woman), "Vivre Sa Vie" (Hayatını Yaşamak) ve "Bande à Part" gibi birçok başarılı filminde rol aldı.
Eski Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, Godard için "O, sinemayı şiir ve felsefeyle doldurdu. Onun keskin ve eşsiz gözü, bize görülmez olanı gösterdi" ifadesini kullandı. Godard, filmlerinde sıklıkla Brecht'in yabancılaştırma etkisini kullanarak izleyiciyi düşündürmeye ve anlatının bir parçası olmaktan uzaklaştırmaya çalıştı. Örneğin, "Çılgın Pierrot" (Pierrot le Fou) filminde karakterler kameraya dönerek doğrudan izleyici ile konuşur. "Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey" (2 ou 3 choses que je sais d'elle) filminde fahişelik yapan Juliette’in kameraya bakarak konuşması ve aynı şekilde "Weekend" filminde Afrikalı çöpçülerin kameraya bakarak konuşması gibi.
Godard, filmlerinde sıklıkla teknik ekibi de göstererek izlenilenin bir film olduğu algısını yaratır. Sinematik göndermeler veya pastiş olarak tanımlanan öykünmeler, Godard sinemasının dışında özellikle postmodern sinemada da karşımıza sıklıkla çıkan bir metinlerarasılığı ortaya çıkarır. Örneğin, "Jandarmalar" (Les Carabiniers) filmi Lumière sekansına bir gönderme yapar ve "Vietnam’dan Uzakta" (Loin du Vietnam) filminde kamerayı kameranın önüne yerleştirerek çekim yapar.
Sinematografik Teknikler ve İmge Kullanımı
Tekli diegesis, zaman ve mekan unsurlarını tek bir doğrultuda ve düzende verir. Geleneksel sinema anlayışında hakim olan tekli diegesis de çok katmanlı zaman ve mekan ilişkisi yoktur. Karşı sinema kavramında yer alan çoklu diegesis durumu, çok katmanlı zaman, mekan ve karakter mevcut olup bunun en iyi örneklerinden biri "Weekend" filminde görülür. Godard, "Le Mépris"de olduğu gibi, yalnızca değişik diller konuşan değişik karakterlerle yetinmez, filmin değişik parçaları da ayrı dillere sahip karakterlere sahiptir ve başka bir örneği de "Vent d’Est" ve "Pravda" filmlerinde ses ve görüntünün kopukluğudur.
Karşı sinema anlayışında kapalılık yerine açıklık söz konusudur. Geleneksel anlatı sinema filmlerinde kapalılık durumu göze çarpar. Kapalı anlatım sayesinde anlatılan hikayenin mutlaka bir sonla bitiyor olması durumu. Bu duruma karşı açıklık, filmin sonunu açık uçlu bitirerek ve birçok belirsizliğin çözüme kavuşturulmadan bitmesiyle gerçekleşir. Böylelikle amaç, izlenilenin karşısında zihinsel bir süreç geçirmesini sağlayarak filmden haz almasını engeller. Godard, filmlerinde anlatısal çoğulluğun kullanılmasıyla bu durumu gerçekleştirir.
Godard'ın Mirası ve Etkisi
Godard, geleneksel sinema anlayışına karşı filmleri ile modern sinemaya daha yakın bir tutum sergilemiştir. Wollen, "Sinemada Göstergeler ve Anlam" adlı kitabında Godard filmleri ile sinemanın iletişimden ziyade izleyicinin yapıt karşısında sorgulanması gerektiğini şöyle açıklar: "Godard izleyiciyi filmlere nasıl baktığı konusunda kendini sorgulamaya zorlar. İzleyici filmin dışında yer alan bir yargıç, yönetmenin seçtiği kodu kabul eden edilgen bir tüketici mi, yoksa yapıtın içindeki diyaloğa katılan birisi mi olduğunu kendi kendine sormaya başlar". Filmlerini izledikten sonra "ne anlatıyordu?" sorusuna cevap vermek her zaman için çok zor olmuştur. Godard, filmlerinde çoğu zaman bir şey anlatmamakla birlikte sürekli arayış içerisinde olmuş ve esnek yapısı sayesinde filmleri eski kalıplaşmış sinema anlayışından sıyrılarak yeni bir yapı kazandırmıştır.
Godard, sinemaya getirdiği yenilikçi tekniklerle ve anlatım biçimiyle izleyiciyi etkin bir şekilde katılmaya, bir nevi Brechtyen bir üslupla dönüştürmeye, yönlendirmeye ve değiştirmeye yönelik bir yaklaşım sergileyerek sinema sanatında devrim yaratmıştır. Onun mirası, modern sinema üzerindeki derin etkisi ve sinema diline getirdiği yenilikler ile yaşamaya devam etmektedir.