2 dakika okundu
Mesafenin Değeri Öznenin Neliği/Havva AĞRAL

İklimler filmi, karşılıklı agresyon gösteren bir çiftin sürekli birbirlerine ceza keser davranışlar sergilediği bir yapım olarak karşımıza çıkar. İsa karakterinin tahakkümcü davranışları oldukça rahatsız edicidir. Ülkemizdeki kadın-erkek ilişkilerindeki arzu ve öznesi imkânsızlığına değinen bir finali vardır. Kavuşulan anda itme duygusu çarpıcı bir insan gerçeği gibi. Filmde yaz boyunca iki kirpi gibi birbirlerini iğnelemiş olan, hatta bunu karşılıklı şiddete döken ve sonunda kopma noktasına gelen İsa ve Bahar’ın hikâyesini izleriz. İlişkiler arasında dengeli mesafeyi koymak güven inşası, zaman, emek ve saygı gerektiren bir alandır. İlişkilerin uzun ömürlü olmayışlarında bu mesafenin iyi ayarlanamaması büyük oranda yatar.



Filmin bir yerinde ölümüne bir şiddetin oluşu, Oscar Wilde’ın şiirini anımsatabilir: “Herkes öldürür sevdiğini.” İnsanın varoluşunun çeşitliliğini Freud yasa ile tanımlar. O da dildir. Dilin içinde kendilik özne durumu da bir mesafenin varlığına ihtiyaç duyar. Dış dünyayı dilde inşa ederken kendi içinde de anlamlı kılmanın bir yolunu bulmak zorundadır insan. Bulamazsa psikozlar yani arzunun olmadığı yerlerin doğması ihtimalini görmek gerekiyor. Dış dünya primitif varlığı dilde işler. Onu ehlileştirir. Nevroz da işler normatif olan da dile döker. Lacan’a göre beden de dil gibi işlenen öğrenilen bir varlıktır. O anlamda büyük ötekinin kanunu ve normatif olan için beden de bir süreçten geçer. İnsan dilin içinde yapılanırken her haliyle bunu tamamlamaya uğraşır.


Gösterenler dediğimiz bu algı, dışarıdan insana taşınan, yansıyan tanımları oluştururken kendilik sadece değişken bir sentezlemeden öte bir şey olmayacaktır. Bir öteki yok. Cinsel ilişki yok. Lacan’ın ifadeleriyle düşünürsek mesafe, imkânsız aşkları doğuruyor. Ama arzunun tatmini olumsuz bir gösteren ile daha da çekici kılınabiliyor. Cinsiyetin de bu dile dair örgütlenişi söz konusu olduğuna işaret ediyor Lacan. Mesafe, imkânsızın mesafesidir bu anlamda. Dil yakınsak bir yol kurgulamak üzere örgütlenmiş olabilir. Freud, dile ehemmiyet verirken bir hakkı teslim ederek edebiyatçıların kendisinden önce kendi anlatmak istediği şeyi yakaladıklarını söyler. Ve aşk, ötekinin arzusunu arzulamak olduğundan öznenin kendine mesafe koyduğu yerde vuku bulan bir duyguya kavuşur. Ve insan sonra yine kendini arar. Bu ne kadar kendilik ise arayış da o kadar arayıştır. Bu sentez kırılgan bir dilden ve sürekli devinen dönüşen bir kendilikten daha fazlası değildir. İnsanda kabul görme ötekinin yerine düşünme mefhumları insanın kendine yabancılaşmasını bir yerde mecburi kılıyor. İnsan varlığının kutuplu oluşunda ben ve ötekinin mesafesindeki değişkenliklerin bir önemi ve bir değeri vardır.

Ayna evresi bir ben kurulumuna ilk veri iken dil o evrenin görüntüden ötesini vermektedir. Ve belki ilk mesafe duygusu anne ile bağın kopmasında yatmaktadır. Dilde tasarlanan sadece konuşma mıdır? Sessiz sinema ve mekân-beden ilişkileri de bu dile dâhil midir? Mekânın tahakkümcü bir yapısı olduğunda birey ne derece etkilenir? Baskın büyük ötekinin mekanında mim sanatı da dolayısıyla Şarlo karakterinin başarısı da dile dâhildir. Beden dili belki de evrimsel ve evrensel bir cevaptır oluşa. Özneliği sadece büyük ötekinin varlığına atfeden dayatmalara karşı, Şarlo’nun büyük çarklar arasında ezilen görüntüsü, insanların öznel çabasının hiçe sayıldığının ifadesi olarak evrensel bir gösteren olmuştur.

Semboller, stigmalar, kadim gelenekler, ibadet ulaşılamayan büyük ötekinin yakınsak kurgularına dair nicel bir tünel kazma çabasıdır. Tahakkümün diline bir karşı duruştur bazen dil. Ama sistem kendi ile işbirliği yapanları kabul eder. Bu, görünmeyen hâkim kültürdür bazen de. Ancak dilin varlığı ötekinin gölgesidir. Bu anlamda kendinden uzaklaşan bir tünel kazarak ötekindeki bene ulaşan insan kendine yabancılık çeker. Öteki ile mesafe, kendilik için dolayısıyla özneyi kurmak için gerekli olacaktır. Dil bedene, mekâna, ilişkilere ve insan fizyolojisinin öncül karakterine, kişilik örgütlenmelerine vs. şekil verir. Tahakkümün güçlü olduğu ortamlarda dil çeşitlenerek bir direnç kazanıyor. Tahakkümün karanlığına protest bir duruş bir dil kurgulayan özne belki de tam buralarda beliriyor. Edebiyat, sinema, görsel plastik sanatlar, tiyatro hepsi dile içkin süreçlerin, kendi içinde zaman ve emek ile kurulumu olmuştur.

Yaşam, mücadele, mit kurgular dile içkin dilden türeyen logosun zamanla devreye girdiği grift bir sürecin anlamlı özeti olabilir. İnsan kurguladığı disiplinler arası inovatif düşünce birliğiyle kendinden kendi gerçeğine tanımlar bulmaya uğraşmıştır. Özne de o melez düşüncenin inovatif sürecinde tanımlar, sanat ve teknoloji kolları türetmeye devam ediyor. Birey özneliği, ötekinin gölgesinden çıkma çabası gibi görünse de özünde ötekinden aldığı meta öykünün devamı olacaktır.


Bu anlamda özne nedir? Kendini melezleyen bir ardıl düşünce olabilir. İnsan sürecine yanlış anlamalar ve anlamamak gibi dil patolojileri de içkin olacaktır. Çünkü dil patolojisi de ötekinin gölgesinden azade bir yer edinme çabası olabilir. Dil sürçmelerinin bile literatür için bir anlamı vardır. Medeniyet göstergelerinden biri de olan mesafe duygusu, nevrozların psikozlara evirilmesine de yol açabilir. Etikanın sınırlarını değiştirecek bir tehlikenin başlangıcı ötekinin sınırlayıcı gözünden de uzak durmak sonucunu doğuracaktır. Yani sınırlar normlar, normali kuracaktır. Tüm bu söylemeye çalıştıklarım, mesafenin bir denge arayışı ile mümkün olacağını gösteriyor. Ötekine, kendinde bir sınır koymak için ihtiyaç vardır. Ya hem sınırlı hem mesafeli olan ne yapar? Yine Haneke’nin Yedinci Kıta filmindeki Avrupa insanının anlam bulamayışını görebiliriz. Sorunlu insanlara karşı bir mesafe, işsizlere, evsizlere, göçmenlere, statülere, duyguların yaşanmasına vs. mesafelerin gittikçe açılması da şizoid bir durum yaratıyor. Sistemler bu dengeyi sabitlemeye de çalışabilir. Ancak işlevsel bir mesafe olmasını isteyecektir.

Yine Haneke’nin Yedinci Kıta filmindeki Avrupa insanının, anlam bulamayışını görebiliriz. Sorunlu insanlara karşı bir mesafe, işsizlere, evsizlere, göçmenlere, statülere, duyguların yaşanmasına vs. mesafelerin gittikçe açılması da şizoid bir durum yaratıyor. Sistemler bu dengeyi sabitlemeye de çalışabilir. Ancak işlevsel bir mesafe olmasını isteyecektir.

Edebiyat, görsel sanatlar, gösteri sanatları insanın anlayış ve yardımcı duygularını harekete geçirir. Sistemlerin genelde içini oyduğu şey, imece duygusu, paylaşım alanları gibi durumlardır. İnsanların eylemlerde akışını görmek istemez örneğin. Safları sıklaştırın demek belki bu yüzden önemlidir. Hep bir ağızdan şiir okunması ya da savaşın ortasında bir anda her iki tarafın Lili Marlen dinlemesi gibi. Sanat mesafeyi azaltan o ince duygudur. Sevmeyi, acıyı, haksızlığı, her şeyin herkese dair olduğu gerçeğini gösterir.