The Men adlı filmde çıkış arayan bir kadının, meta öyküler arkaiğinden hareketle, dayatılmış olan ataerkil kapana kısılmıştır. Kadim hikâyede olağan dışı bir şey çıkar karşımıza. Tekinsiz bir erkek. Her yerden karşımıza çıkan o tekinsizler; erkek, çocuk, polis papaz gibi karakterler bize kadının ne tür kapana kısıldığını her an hatırlatır cihettedir.
Kadının tahakküme götürüldüğü bir kadın düşmanlığının, karanlık parodisini görürüz. Harper karakteri intihar eden eşi tarafından zaten kuşatılmıştır. İntihar manipülâsyonları ile kuşatılan Harper, eşinin ölümünden sonra da o kuşatılmış, kapana düşürülmüş, çırpınışlarının, uzantılarını ve sanrıları duymaktadır. Eski eşinin karakteristik özelliklerinin her biri, bir başka erkek ve tekinsiz olanda beden bulmuştur. Kendi çıkışını arayan kadın, bir tünelde kendi yankısının izinden gidecekken karşısına sapkın olan, saplantılı eski eşinin ve kendindeki doğurganlığın izlerinden mütevellit, mayaların doğaya içkin tanrı yüzünü çağrıştıran yeşil, çıplak bir adam çıkar. Bu karşılaşmalar sonunda çemberin iyice darıldığını görüyoruz. Ev sahibi, çocuk, papaz, yeşil çıplak erkek, erkekler ondan eski eşinin istediği her şeyi istiyor gibi görünmekteler. Ortam da adamlar da Harper’ın fantazyalarından türüyor gibiler. Çünkü o bir kadın. Arzuları ve içgüdülerinin, bilinç dışının rol aldığı unsurlarla birlikte bu kuşatılmışlık ve kapana kısılma durumuna indirgenmiştir. Filmin sonunda erkeklerin ve erk görünenlerin pornografik, anomali doğumları gerçekleşiyor.
Bu postmodernist yaratım sürecinde başka bir boyut, arkaik gizli arzuların metamorfik simgesel görüntülerinin artık günümüze düşmesi. Bunun için, kapalı mekânlar gerekli belki de. Ve Harper’ın evliliğinden türetilen o erkek suretler gizli arzuların mahrem kapalılığındaki hayaletlerdir. O kasaba düşsel bir kapalılıktır. Ve bundan da ziyadesi, Harper’ın zihnine kapatılırız. Zihin ve dışarısı aynıdır. En azından insan yaşadığı mekânı kendi zihninde görüyor ve değerlendiriyor. Bir insanın yaşadığı mekân aynı zamanda zihin yaşantısıdır. Benlik ötekinden yansırken dışarısı, içerisi olmaktadır.
Hayat hep bir kapan mıdır? Sosyal medyada ötekinin beğenisine, iş yaşamında ötekinin onayına ya da ötekinin nazarına mahkûm olmak, sosyal yaşam becerilerinde ötekinin arzusuna mahkûm olmak gibi. İnsanlar birbirine tuzak, ötekinde olana haset, kendi kültürel dinamiği ile kurguladığına tutsak, bir kapan hikâyesidir. Bu insan hem kapalı hem açık mekândan korkar hem de bunu arzular. Zindan adası filminde; rahatsız bir insanın kurgusunu gerçekmiş gibi izleriz. İş ortağının gerçekten öldürüldüğüne sonuna değin inanırız. Bu kapalılık, rahatsız bir zihnin, kendilik gerçeğidir. Biz o zihne bir izleyici olarak kapatılırız. Son dönem filmler, yıllar öncesinin sit com komedi serisinin daha korkunç gösterim versiyonlarına dönüştü. Kapatılmış mekânlar daha da dar artık.
Black Mirror serisi gibi dar mekânlara zihnimizi çekmenin gizemli yollarını buluyorlar. Minimal dünyalarda kültürün en ağır eleştirilerini birer kesit anlamında izliyoruz. Gerilim, gizem, yoğunluk ve çıkışsızlık duygusunun hat safhaya geldiği kapana kısılma efektini sonuna kadar yaşatıyor bu filmler. Londra’nın ötesinde kır bir alan da kapalı mekândadır Men filmi. O mekânı daha da dar yapan, aniden seyircinin karşısına dikilen tekinsiz insanlardır. Pis bir sırıtış, Smile filminin sinir bozuculuğu gibi bir duygusal gerilim efekti verir. Tüm bu yapıtlar yeni distopik yaşamın tezahürleri ve temsilleri olarak karşımıza çıkıyor. Bazen Apollonik bir geometrik dizayn bazen Gotham (Joker) şehri gibi bir kaos verilmektedir. Ya hep karanlık ya da yapaylık duygusu verilmektedir.
Bunlardan en bariz örnek Vivarium adlı filmdir. Birbirinin sonsuz tekrarı gibi görünen bir sitede, hiçbir yere gidemeyip her aynı eve dönen bir çiftin hikâyesini görürüz. Orada da tekinsiz bir çocuk peyda olur. Tıpkı mekân gibi, istenilmeyen, yadırganan bir çocuk. Modern toplumun tek düze yaşamını eleştirmek için seyirciyi kendi nizami kâbusunun ortasına atıveren bir filmdir. Çıkış yoktur. Bulutlar bulut gibi. Ama bir çocuk cetvelle site resmi yapmış gibi. Nizami olan da bir tuzaktır. Rutin de bir tuzak olabilir. Boğucu, yıpratıcı, sinir bozucu bir efekt zaten yaşamın kendinde olandır. Vivarium, sözlük anlamı olarak; İngilizce hayvan barınağı anlamına gelmektedir. Deneysel hayvanların konulduğu yer olarak da belirtilmektedir.
Biz insanlara dayatılan bunca hapsolmuşluğun en ağır eleştirisi, sizler birer meta, birer deney mahsulüsünüz demek oluyor. Harper kendi zihninden çıkamazken, Vivarium’un karakteri Gemma da dayatılan yaşam gerçeğinden bir türlü çıkamaz. Simülasyon düşüncesine bir tık yaklaşmış olan bu kurgu da ya da Matrix'te hep birilerinin deney kabındaki insanmışız duygusunun hâkim olduğunu görüyoruz. Ağır ve zor yüzleşme konusu, yitirilmiş benliklerin, kişiliklerin yerini, teslimiyet ve kayıtsızlığın aldığı gerçeği ve öngörüsü olmaktadır. Ama bilinmek zorundadır ki Matrix bir uyanış, uyandırma filmiydi. Özellikle Matrix felsefesi kitabının daha başlangıç cümleleri, Sokrates örneklemesi ile insanların belli bir uyku halinde oluşuna dikkat çekildiği ifadesi ortaya konmaya uğraşılır. Küp filminde de bir kâbusa sokulursunuz ancak akıl ve deneyimsellik bu küpün çıkışını gösterir. Cesur Yeni Dünya'da küp filmi gibi bir yolu var demeye çalışır. Orwell ise yok demektedir. Görüşler ve eleştireler değişen bir şey olduğu noktasında hemfikir olmuştur.
Bir dip not daha eklersek bu kapalı kâbus alanlar, meta öykülerin çözülüş ve dağılışı anlamında okunabilir diyebiliriz."Oda" ve "Vivarium"filmlerinde aniden ortaya çıkan tekinsiz oğlan çocuğu, filmlerin sonunda hep katil olmaya çalışıyor. Ya da katil oluyor. Kabil’in dönüşü mü? Peki bu çocukların birkaç ayın içinde yıllarca yaşamış gibi büyüyüvermesi; İsa’nın dönüşü mü? Harper’ın karşısına çıkan çocukta neredeyse bir adam yüzüne sahiptir. Hepsi tekinsiz, sevimsiz, istenmeyen çocuklardır. Kapana kısılma duygusunu daha katlanılmaz hale getiren birer unsur mu?
Her şey olması gerektiği gibi olunca da ürkütücüymüş dedirten bir yapı gözlemliyorum. Özellikle Vivarium da bulutlar, bulut gibi, evler çatılı ve ev gibi. Güneş, güneş gibi, çocuk, çocuk gibi ama yine de ürkütücü. Vaat edilen, düşleri kurulan şey, bir dayatma olduğunda kapalılık ve kâbusa dönüşüyor. Nizam bir tuzak, erkin dayattığı bir cennet gerçek bir cennet değil bir kâbus mekândır. Platform, The Lobster ya da Vivarium'da katı, geçilmez bir kanonik duvara çarpar seyirci. Dışarıdaki gerçeğin sızamadığı kurgu bir kapalı alan, kendi gerçeğini ve kanoniğini kurar.
Yine Lobster (Yorgos Lantimos)adlı filmde evlilik yapamayanlar için bir otel ve bu otelde nizami bir yaşam gösterilmektedir. Bekârlığın sakıncaları, otel çalışanları tarafından tiyatral olarak verilmektedir. Evlilik kurumunun da erkin gizli elinin bir dayatması olarak filmdeki tüm insanlara sirayet eden, bir nizam duruşuyla sergilenmektedir. Duyguları, mimikleri, yokmuş gibi yaşayan kadınlar ve erkekler, birleşmek ve evlilik ise bir vazifedir. İşi ilginç kılan, dışarısının da tuzak olması ve en ilkel olan av avcı konumuna gelinmesidir. Ayrıca bir dönüşüm odasının varlığı da Kafkaeks bir gönderme olabilir. Kapalı alanlar dönüşme alanları mıdır aynı zamanda? Burada Foucault’un kapatma alanlarından cinselliğin tarihin çalışmasına kadar pek çok toplumsal konuya uzanan bir sahayı görmek mümkündür. Ve belki bu tür filmler için ne gerilim ne absürt ne de komedi diyebiliriz. İçinde yer yer mizahın görüldüğü, yer yer gerilim müziği koyulmuş, yeni bir tür de karşımıza çıkmış olabilir.
Her iki filmde birtakım ödüller var. "Oda" filminde insanlara her istediğini sunan bir mekanizma mevcuttur. Vivarium'da ise her şeyi ayağına getiren gizil güçler var. Bu yakın temalı iki anlatımda; dünya yüzündeki tüm cennetlerin sahteliğini ve ardındaki karanlığı ifşa ediliyor. Gizil güçlerin ettikleri, insanın karanlık tarafındaki kötücül yanı göstermektedir. Kabil’in kolay doğumu arketipinden hareketle; kötücül yolla bir şeylere kolay ulaşmak, bedelleri görmezden gelmektir diyebiliriz. Vaat edilen cennetler de böylesi kapana kısılmanın ödülmüş gibi sunulması olabilir. Habil’in zor doğumu ise gerçek yaşamın cefakâr, acıtan, ter dökülen ve hatta çoğu zaman bir ödülün dahi çıkmayacağı çıplak gerçeğine işaret ediyor. Kapalı mekânın, durağanlığın, yerleşik yaşama geçişle, dolayısıyla, Apollon’un doğuşunda, yüzen bir adanın durması, mitine işaret ediyor diyebiliriz. İnsan varoluş hikâyesinin evrelerine göre bu anlatı yerleşik hayata geçişi ve aile mefhumunun inşasına denk düşmektedir. Belli kanonik anlatılara dönüşen hikâyeler ise kapana kısılmanın ödül ceza ikileminde anlatılmaktadır. Yerleşik yaşamın, kadınların daha zor doğum yaptığı dönemler, Habil’in, kurbanın acılar içinde doğumuna denk düşmesi gibi.
Belki zor doğumlar vesilesiyle anneliğin de görece kutsandığı, kutsal aile mevhumunun ortaya çıkışı birbirine denklik içeren varoluş hikâyeleriyken, insan da kendi yerleşik evresine uygun hikâyeler kurgulamış oluyordu. O yerleşik evre, insanın kendisine kurduğu yeni tuzaklardan oluşuyordu. Zor doğumu, iyiliğin kimsesiz kalışı, saflığın, dürüstlüğün doğru yaşantının zahmetli oluşu şeklinde de düşünebiliriz. Yerleşik yapının yeni kanunları şeklinde de yorumlayabiliriz. Ancak yerleşik yaşam yeni kaynaklar ve bir o kadar kaybedilen özgürlük anlamını da taşıyordu. Bu anlamlar içinde değerler yeniden kurulurken bir taraftan yine de o değerlerin yitimi gerçekleşince insanlar yerleşik yaşamlarında yeni kanunlarını koruyamaz oldu.
Nüfus dağılımı, göçerler ile yerleşiklerin kavgaları, ekonominin icadı ve yoğunlaşması, suç, ceza ve ödül denkleminde toplumsal çürümenin daha sık görüldüğü bir denge problemi yaratıyordu. Şöyle de söyleyebiliriz; yeni yerlerin işgali kahramanlıklar, yükselişler olurken ekonomik çöküşler çürüme ve suçun ağırlık kazandığı dönemlere denk düşüyordu. Böyle olunca da dekadan anlatılar ağırlık kazanıyordu. Ancak kapalı mekânlar daha evrensel bir amacı var gibi. O da mevcut meta öykülerin, arketiplerin, insanlığa nüfuz etmeye çalışan erklere karşı kullanılan araçlara dönüştürmek diyebiliriz. Daha açıklayıcı olması anlamında; Vivarium ya da Lobster gibi filmlerde kutsal aile ile bir çeşit hesaplaşma veya yabancılaştırma ile kültürel eleştirisi yapılır.
Edebiyatın kapalı mekânlarına en önemli örnekler; Kafka Dönüşüm, Dava, Poe‘nun Kuzgun, Kuyu ve Sarkaç gibi çalışmaları gösterebiliriz. Bu arada Kuyu ve Sarkaç bana bana "Küp" filmini de çağrıştırıyor. Bunlar aynı zamanda tiyatro ve sinemaya da uyarlanan ya da esinlenilen çalışmalar olmuştur. Bu anlamda bir janr oluşturuyor. Bu janrda edebiyat ve sinemanın birbirine yakın ilişkisini bulabiliriz. Edebi eserlerde karakterle özdeşleşme, sinemasal olanda ise belki yabancılaşma yaşayabiliriz. Kapalı mekânlara pek çok örnek bulmak mümkündür. Dava gotik bir anlatımda bürokrasinin içinde kaybolan insanı anlatır. Kapılar kapı gibidir. Devlet düzeni tam da düzen gibidir. Ama orada, bir ruh taşıyan insanı anlayacak bir yapı yoktur. Mekanik işleyen, nizami bir kâbus vardır. Şöyle düşünebiliriz; mekanik yapının dışında kalanlar aslında normal ama sistem onları dışarıda bırakıyor. Bir ötekilik ile yaftalandırıyor. Ve kendi normunu dikte eden bir yapı olarak, varlığıyla bir kâbusu yaşatıyor.
Alman dışavurumcular (Amerika’ya sığınan sanatçılar) gotik ve korkunun örneklerini, bu kez bozarak vermektedirler. Doktor Caligari’nin muayenehanesinin şekli düzgün değildir. Yapay bir sokak görüntüsü vardır. Dışavurumculuk ile düzenin insanlarda uyandırdığı çarpıklığı, çarpık çizgiler, eğik yapılar, şekil bozmalarla ifade ediliyor.
Özetle; insanlar içinden çıkamadıkları her durum için, kendi kapalı hikâyesini ve kabusunu anlatmak ihtiyacında olmuştur. Bazen kendini bir kapana sokmuş, ama oradan çıkmamış, bazen de erkin, sistemin hastalıklı, tuzaklı yanına maruz kalmıştır. Ve insanoğlunun kapalı alanlardaki klostrofobi hali uzun süre daha geçmeyeceğe benzer.