Uyanık pazarlamacıların, ikisinin de çok gişe yapmasından yola çıkıp elmayla armudu birbirine karıştırarak uydurduğu Barbenheimer tuzağında hiç debelenmeden kararlı bir şekilde Oppenheimer filmine girdik, Barbie’ye göz ucuyla bile bakmadık, ayrıca pembeyi hiç sevmem.
Öncelikle söyleyeyim ki önceden film ve Robert Oppenheimer hakkında okumalar yapmamış olsaydım filmi anlamakta güçlük çekebilirdim. Tempo ve zaman geçişleri çok hızlı, sahneler bir siyah beyaz oluyor bir renkli, sonra yine siyah beyaz ve renkli. Neredeyse tüm görüntülerin üzerine şahane müzikler yerleştirilmiş. 2006’da Pulitzer ödülü kazanan Amerikalı Prometheus isimli bir kitaptan senaryolaştırılmış ki senaryo bence çok başarılı, oyunculuklar da öyle, üstelik filmi IMAX tekniğiyle gösteren bir salonda izleyince birçok sahnede oturduğumuz yerden filme dahil olduk, o çöllere gittik, o bomba sesleriyle yerlerimizde hop oturduk hop kalktık, Oppenheimer’ın avurtlarını çeke çeke içtiği sigaraların dumanları genzimize kaçtı.
Ama işte sanki çok yukarıdan birileri Christopher Nolan’a gidip “Al kardeşim sana şu kadar Amerikan Doları, günahlarımız artık diz boyunu geçti, öyle bir film çek ki o bombayı çok da boşuna yapmadığımızı, biz yapmasak Naziler hadi bilemedin Sovyetler’in yapacağını anlat, tamam, binlerce insan öldü ama eğer o bombayı atmasaydık Japonlar teslim olmaz, İkinci Dünya Savaşı da kolay kolay bitmezdi, değil mi ama, araya Oppenheimer’ın vicdan azabı sosunu kat, ne kadar egosantrik bir adam olduğunu göster, çapkınlıkla süsle, komünizm korkumuzu vurgula, politikacılarımızın ne kadar şerefsiz olabildiklerini de anlat ama çok da anlatma, Hollywood’umuzun bütün numaralarıyla harmanla, dünya alem görsün biz şöyle büyüğüz böyle büyüğüz, ne yaparsak iyi yaparız ve hep haklı sebeplerimiz vardır, bu dediklerimizi de kimseye çıtlatma, ya da çıtlat, kim takar, biz Amerikayız!” demiş gibi geldi bana.
Dünya çapında bilim insanı Oppenheimer o bombayı yaparken çok affedersiniz ama er geç kullanılabileceğini nasıl oluyor da pek düşünmüyor anlayamıyorum. “Biz teorisyeniz, yaparız ama nasıl kullanılacağına karar vermeyiz” ne demek yahu? Çehov bile ilk sahnede görünen silahın er geç patlayacağını 19.yy’da söyleyip durmuş. Binlerce insan yanarak ölünce mi yaptığın bombanın patlayabileceği aklına geldi Opphie Efendi? Yok öyle yağma! Hayalinde bir ayağının kömürleşmiş bir insan cesedine girmesi ne kadar klişe, ne kadar yetersiz, ne kadar Hollywoodvari bir sahne öyle.
Başkan Truman’ın yanına gidip iri gözleri dolu dolu “Ellerime kan bulaştı!” demesi, Truman’ın da ona beyaz mendilini uzatıp “Dünya bombayı yapanı değil atanı bilecek, o bombayı ben attım!” diye şişinmesi insanın canını yakıyor.
Amerikalı bir takım çok büyük adamların atom bombasını atabilecekleri on bir şehri listeledikleri, aralarından biri hanımıyla birlikte balayını orada geçirdiği için Kyoto’yu listeden çıkardıkları, bacak bacak üstüne atıp kimlerin ne zaman öleceğine karar vererek tanrı rolüne büründükleri sahne benim canımı en çok acıtan sahne oldu.
Benim ve sevdiklerimin yaşadığı şehirler tam da şu ana kim bilir hangi manyak tanrıların ellerindeki listede dönüp duruyor, sigara dumanlı küçük anılar ve kahkahalarla süslenmiş dehşet verici muhabbetlerine meze oluyordur diye düşündüm.
Karısı Kitty’nin onca çapkınlığa niye tahammül ettiği tarafımca pek anlaşılamadı ama alkolik Kitty’nin mutsuzluğunda Emily Blunt, en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar heykelciğini kucaklayabilecek kadar iyi. Kıskanç ayakkabı satıcısı Levi Strauss’da Robert Downey Jr. başarı ölçüsü olarak Oscar bana göre tartışmalı olsa da, yine de ödüle uzanabilecek kadar başarılı. Cillian Murpy ise Oppenheimer’ı hem yaşıyor hem yaşatıyor.
Atom bombasını yapmak için üs kurdukları Los Almos’u işleri bitince ne yapacaklarını konuştukları sahnede Oppenheimer’in “Yerlilere geri verin” demesi de insana hadi oradan dedirtiyor, sen git orada bomba denemeleri yapıp tozu dumana kat, sonra aklına yerliler gelsin, hadi oradan!
Tüm filmlerinde hep en kahramanlarından Amerikalılar, olmayan tarihlerine don biçip duruyorlar ya, anlı şanlı Hollywood endüstrisinin tüm klişeleriyle yine öyle yapmışlar, zamanının Prometheus’u filan diyerek mitolojik betimlemelerle süsledikleri Oppenheimer üzerinden sütten çıkma ak kaşık olmaya soyunmuşlar. Filmin sonuna doğru Opphie’yi yaşlandırıp avurtlarını çökerterek insanda acıma duygusu uyandırarak hikâyeyi yumuşatmaya bile çalışmışlar.
Birinci Dünya Savaşı'nı tüm dehşetiyle yaşayan Stefan Zweig, ikinci savaşın ayak sesleri duyulmaya başladığında silah teknolojisinin artık daha da gelişmiş olmasından endişe duyup yeni bir savaşın yıkımının çok daha büyük olacağını söylemişti. Yaşanan acılara dayanamayıp hayatından vazgeçerek kendisi göremedi ama gerçekten de öyle oldu.
Dünya tarihini değiştirip soğuk savaşı başlatan atom bombasından bu yana gelişen teknolojileri düşününce insanın kalbi dehşetle titriyor. Herkes için akıl, fikir, izan dilemekten başka bir şey elden gelmiyor. Umarım filmde Oppenheimer’in hidrojen bombasına karşı çıkması gerçeklik kazanarak tüm dünyaya yayılır.
Film iyi çekilmiş, iyi oynanmış, üç beş Oscar heykelciği garanti ama bu Amerikalılar gerçek bir hikâyede bile yine kendileri çalıp kendileri söylemişler!