*Bu metin Söylem Filoloji Kongresinde sunulmuştur.
İkili varoluş olarak adlandırılabilecek bir gerçekliğin saptamasıdır bu. Gündelik yaşamın içindeki uyanıklıkla uyku karşıtlığının görünen bir birleşimi ya da bilinçle bilinçaltının bireyi bütün olarak harekete geçirmesi…
Öncelikle önemli bir tartışmanın karşıt iki ucu olarak görebileceğimiz Doğu ve Batı kavramlarının tarihsel bir ayrışmayla ilişkilendirilmesi gerektiğini görmemiz gerekir. Bu tarihsel ayrışma belki bir bilinç ayrışması ya da Batı'daki ekonomik düzenin belli bir sermaye gereksinmesi sonucu yüzyıllarca sömürge pazarları üzerinde konumlanmasından kaynaklanan bir tarihsel ayrışma olarak karşımıza çıkıyor, ancak elbette sonuçları aydın için değişen kimi kriterleri veya değer ölçülerini de yaratıyor.
1923 tarihsel kopuşunu yaşayan Osmanlı aydını içinde bir kuşağın üstüne konumlanan Cumhuriyet belleği, belli oranlarda bir öncekini yadsıma zorunluluğundan aydında da karşıt tepkileri de yaratabilmiştir. Tarihsel olarak Doğu’ya sahip çıkma projesi, kimi Cumhuriyet dönemi aydınında belli bir sorgusuzluğu da içine katarak yürümüştür. Peyami Safa’nın, Tarık Buğra’nın ideolojik donanımını belirleyen ve estetik ölçütlerini kuran bir sahiplenme düşüncesi ise Tanpınar için “bütünsel bir Batı - Doğu” algılaması ve bunu estetik değerler sisteminde adeta Doğu ve Batı mitolojilerinin ortak bir algılamada ve birlikte yeniden kurgulanması gibi bütünlük üzerinden yürümek zorundadır.
İkili varoluş olarak adlandırılabilecek bir gerçekliğin saptamasıdır bu. Gündelik yaşamın içindeki uyanıklıkla uyku karşıtlığının görünen bir birleşimi ya da bilinçle bilinçaltının bireyi bütün olarak harekete geçirmesi olarak da algılanabilir bu durum. İnsan benliğinin Tanpınar romanlarında kendi var oluş köklerini yeniden keşfe çıkmasıdır bu. Tanpınar romanlarının karakterize edilen temel bir varoluş sorunu olarak sunulan bu ikili durum bilinci, bir Batılılık durumu ve iç beni doğulu özgeçmiş olarak ele alır.
Ancak Bergson’un vurguladığı şekilde iç-benin kendisi aşması ve değişikliğe uğratması bir zorunluluktur. Sözünü ettiğimiz yaklaşımda aslında bir korumacılık değil bir yargılama ve doğu-batı kavramsallıklarını çözümleme zorunluluğu vardır. Zaman bir iç yüzümüz olarak bizi kuşatıyorsa Tanpınar için iç-ben içindeki belirgin bir akış, duyuların gerisinde bir çözümleme zamanın içinde an kavramına yaklaştırır bizi. Osmanlı bir kültürel değer olarak bu anlamda bütünsel bir andır…
Eşya bu anlamda kendi dünyası içerisinde zaten bir kök, bir geçmişi barındırır. Eşyanın ve varlığın içerisindeki derinliği keşfetme çabası Tanpınar‘ da kültürü ve uygarlığı da bir derinlik içerisinde çözmeyi zorunlu kılar. Belirgin bir metafizik yaklaşımdır bu ancak estetiğini bir yandan Yunan dünyasıyla kuşatan diğer yandan doğunun masalsı öğeleriyle, tasavvufun derinleşen aşk kavramıyla birleştiren bir İstanbul duyarlılığıdır.
19. yüzyıldan 20. yüzyıla farklı mirasları taşıyarak geçen bir İstanbulluluk. Bir yandan Osmanlı’nın çöken konak ve saray aristokrasisinin yıkılışına tanık olmak, diğer yandan 40’larla birlikte yeni kültürün, apartmanlarda yaşamaya başlayan yeni bir küçük burjuva kuşağın doğuşuna tanık olmak…
Bu bağlamda Tanpınar’ın erken Cumhuriyet’in kültürel izleğiyle yoğrulan ve Osmanlı arka planını da bugünle yaşanan “kırılmalar” ışığında bir “tarih” anlatısından söz etmemiz mümkünken; Atay’ın 70’lerin siyasal ikliminde “aydın”ın tarihsel ve kültürel tanıklıkları ve çıkmazlarını Tanpınar’la benzer rotalarda aktardığını dile getirebiliriz.
Bir tarih kurgusunun yeniden oluşturulması; dün, bugün, yarın arasındaki kopuş ve geçişlerin bir kurgusal alanda yeniden sorgulanması Atay’ın sözünü ettiğimiz temel izleklerinin bir yansıması olarak yerini alır. Atay’da Modernizmin aydına düşen soruları ve sorgulamalarında dün - bugün -yarın bir bütün olarak yerini alacaktır.
‘Yaşamsal bir ilke‘ olan dürüst bir aydın olma perspektifi ile. Batılılaşmanın resmi tarihi Tanzimat’ tan bu yana bu soruları sormayı yaşamsal bir duruş sorunu noktasında gören küçük burjuva duyarlıklı aydının sorduğu sorular, Atay’ı da kuşatmıştır.
“Ahmet Hamdi Tanpınar” ve Oğuz Atay romancılığının ortak “aydın” sorgulamalarını ve yazarların kültürel iklime dair benzerlik taşıyan tartışmalarını işaret ederek şunu ifade ederek farklı dönemlerde eserlerini kaleme almış bu iki ismin belirgin bir ortak izleğe sahip metinler kaleme aldığını yazımızın başlığında dike getirebilir. Bu noktada şu ifadeleri kullanmak yerinde olacaktır. Oğuz Atay ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Türk edebiyatının önemli yazarlarının eserlerindeki ortak izlekleri şu şekilde sıralamak mümkündür. Söz konusu izleğin Doğu-Batı tartışmalarında “uzlaşmacı” ve “sentezci” bir tutuma da karşılık geldiğini söyleyerek iki yazarın kimi ortak temalarını şu şekilde sınıflandırmamız mümkündür.
Toplumsal ve Kültürel Eleştiri: Her iki yazar da eserlerinde Türkiye’nin toplumsal ve kültürel yapısını eleştirel bir bakış açısıyla işlemişlerdir. Bu eleştiriler, kendi dönemlerinin sosyal ve siyasi koşullarına, modernleşme sürecine ve toplumsal değişimlere odaklanmaktadır.
Geçmiş ve Gelenek: Hem Oğuz Atay hem de Ahmet Hamdi Tanpınar, geçmişle kurulan bağın yanı sıra zaman algısının dün ve bugün örüntüsünü sorgulayan yaklaşımlar geliştirmişlerdir.
Bireyin Kimliği ve Yalnızlık: İki yazar da bireyin kimliği, yalnızlık ve iç dünyası üzerine derinlemesine düşünmüşlerdir. Karakterlerinin iç çatışmalarını ve duygusal karmaşıklıklarını detaylı bir şekilde ele almışlardır.
İroni ve Mizah: Her iki yazar da eserlerinde sıkça ironi ve mizah kullanmışlardır. Bu yaklaşım, toplumsal eleştirilerini etkili bir şekilde iletmelerine yardımcı olmuştur.
Edebiyatın Rolü ve Anlam Arayışı: Oğuz Atay ve Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatın toplum üzerindeki etkisini ve anlam arayışını ele almışlardır. Edebiyatın insan yaşamına nasıl katkı sağlayabileceği ve insanların anlam arayışlarına nasıl cevaplar sunabileceği konularını işlemişlerdir.
Zaman ve Bellek: Zamanın ve belleğin önemi, her iki yazarın eserlerinde belirgin bir tema olarak görülür. Geçmişle bugün arasındaki ilişki, zamanın akışı ve belleğin insan yaşamındaki rolü gibi konuları ele almışlardır.
İnsan İlişkileri ve Aşk: İnsan ilişkilerini ve aşkı da eserlerinde önemli bir şekilde ele almışlardır. Karakterler arasındaki duygusal bağlar, aşkın doğası ve insan ilişkilerinin karmaşıklığı iki yazarın eserlerinde yer bulmuştur.
Bu ortak bağlam ve temalar, Oğuz Atay’ın modernist ve deneysel yaklaşımı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın geleneksel ve derinlemesine düşünce tarzının farklılıklarına rağmen, her iki yazarın da Türk edebiyatına önemli katkılarda bulunduğunu göstermektedir.
TANPINAR OKUMALARI
Edebiyatta modern arayışlar tartışmasının farklı kavramlarla anlamlandığı ve “yenilikçi”, “çağdaş” gibi terimlerin sadece sözlük anlamlarının ötesinde ideolojik bir konumlandırma ile kullanıldığı bilinmektedir. Batı edebiyatında “modern” imgesini şekillendiren tarihsel referansların, verili modernizm kalıplarının, ilerlemeci ve bilimsel değerlerin evrimi çerçevesinde ele alınması gerekmektedir. Postmodernizm tartışmalarının da işaret ettiği gibi, modernin ötesi aslında modernin sorgulanarak yeni bir şekle dönüştüğü anlamına gelebilir.
19. yüzyılın pozitivist düşüncesi, Darwin, Comte ve Stuart Mill gibi düşünürlerin bilimsel değerlerini ortaya koymasıyla edebiyata gerçekçilik ve doğalcılık tartışmalarıyla giriş yapmıştır. Ancak zamanla bilimin ilerlemeci yaklaşımının metalaşma ve bilimsel dogmatizm evreleri, yazıda bahsedileceği gibi modernite ve kamusal akıl eleştirisine neden olmuştur. Tanpınar’ın eserlerindeki eski ve yeni arasındaki çatışma, Doğu ve Batı’nın Türkiye topraklarında yaşadığı bir kopuş fenomenini ortaya koymaktadır. Bu çatışma, 19. yüzyılın Proust tarzı romanlarıyla örtüşebilir; tarihsel sorgulama ve tarihsel olanın kapsayıcı anlayışı metinde merkezi bir rol oynar.
Bergson’un sezgiciliği ve Einstein’ın görelilik teorisi, farklı bir tartışmayı bilim tarihine sokmuştur: Gerçek bir yanılsama mıdır? Freud’un bilinçaltına verdiği özgürlük, edebiyatın naturalizminin katı yüzünü görmezden gelmesine yol açmış, pozitivizmin insanın maddi dünyanın ötesindeki beklentilerine yanıt veremediği anlaşılmıştır. Ancak modernin tezatlarına rağmen, modernliğin Tanpınar’ın eserlerindeki pozitivist ve kamusal akıl eleştirisinde olduğu gibi yanıtları da vardır. Tanpınar’ın “sahte modernite” olarak adlandırdığı bu tür modernlik, metinde yer alan şekliyle evrensel olanın parçalara ayrılmasına ve ardından tekrar bir araya getirilmesine dayanmaktadır. Tanpınar’ın eserlerinde modernliğin çelişkileri, zamanın kavramsal bir perspektiften ele alınmasının sonuçlarıyla birleşmektedir.
ATAY'DAN BİREYE VE TARİHE BAKIŞ, İZLEKLER
Bu bağlamda Tanpınar’ın erken Cumhuriyet’in kültürel izleğiyle yoğrulan ve Osmanlı arka planını da bugünle yaşanan “kırılmalar” ışığında bir “tarih” anlatısından söz etmemiz mümkünken Atay’ın 70’lerin siyasal ikliminde “aydın”ın tarihsel ve kültürel tanıklıkları ve çıkmazlarını Tanpınar’la benzer rotalarda aktardığını dile getirebiliriz. Pek çok Atay okurunun genel bir tutunamama paradoksu ekseninde Atay’a uzanışı çoğunlukla okur için de bir anti-kahramanın da yaratıcısıdır. Hikmet Benol, Turgut Özben, Selim Işık’ ın yaşam oyununu bir Atay kişiliği olarak çözümlemek Atay’a bakışımızda kimi temel yaklaşımların oluşmasında imkanlar sunacaksa da Atay’ ı kesin bir çizgide bu kurgusal kimlikler çerçevesinde ele almak ve 70’lerin genel toplumsal seyrinden bağını kopararak bir inceleme çabasına girişmek sanırız Atay’ ın anlatılarına bir yerde haksızlık olacaktır. Ama bir başlangıç adına ‘yeni bin yıl’ olarak adlandırılan ve siyasal psikoloji açısından bir yeni Ortaçağ’ ı muştulayan nesnelliğin kendince habercisi ya da bekleyicisi Atay’ı anlamanın 90’ları anlamak adına kimi ipuçları sunabileceğini ifade etmek gerekir. Bu ipuçları kesin bir iç-arayışın öykülerini sunacaktır bize. Bu iç-arayış belli bir temelde toplumsal alanla- bireyselin çatışması olarak görülebilir. Bu çatışma varolan mekanın bireyin iç-mekanı ile tam bir uzlaşı içinde olamaması olarak da düşünülebilir. Aslında kesin bir uzlaşmazlık olarak görülmelidir bu.
Türk edebiyatının diğer bir ustası Cumhuriyet’ in ilk kuşak romancısı Tanpınar’ın anlatılarındaki temel huzursuzluğun, yani batı-doğu arasındaki uzlaşı arayışının ve bir toplumsal kimlik oluşturma macerasının Atay’ a yansıyan daha karmaşık yansımaları olarak da görülmelidir bu. Bir giriş girizgahının kaynakları sayılacak temel sorunsalın yine doğu-batı kavramları ekseninde yürüyüşü, aydının batılı konumlanışının kendi kaçınılmazlığında içindeki doğuyu keşif çabası Oğuz Atay anlatısının belli yönelimleri olarak da sunulabilir bu şekilde. Sol aydının 70’lerdeki bakış açılarıyla yaşanan temel çelişkiler Atay’ da burjuva düzeninin kalıplarıyla ve değer yargılarıyla yaşanan çelişkilerle kendi içinde ikili bir katmanı örebilmiştir bu yönelimler ışığında.
Bir küçük burjuvazi eğretilemesi bu değerlendirmenin peşi sıra gelir. Hikmet Benol’ da, Turgut Özben’ de ve diğer anlatıcılarda cisimleşerek. Bu bir isyanla örülen ama bireyselliğin temelinde yürüyen yine bir küçük burjuva duruşu olarak anlatılarda yerini alır . Ama yoğun bir ironiyle belirlenerek. ‘Günlük’ ünde de en çok üzerinde düşündüğü ‘ben’ olmak temi toplumsal alandaki ‘biz’ olmak vurgusuyla çelişkilerini sürekli yoğunlaştırır. Bu temin kendisini bir sürgün süreci içerisinde konumlandırmış olması ‘iç sürgün’ teminin Atay’da kahramanlar ve olay örgüsü ekseninde yoğunluğunu hissettirmesine yol açmıştır. Ben ve biz arasındaki bir göcün aydın duruşunda yeniden ve yeniden tartışılması bu belirlemeyi desteklemektedir.
BİR OYUNUN İÇERİSİNDE…
Bir tarih kurgusunun yeniden oluşturulması dün-bugün- yarın arasındaki kopuş ve geçişlerin bir kurgusal alanda yeniden sorgulanması Atay’ ın sözünü ettiğimiz temel izleklerinin bir yansıması olarak yerini alır. Atay’ da Modernizmin aydına düşen soruları ve sorgulamalarında dün- bugün -yarın bir bütün olarak yerini alacaktır. ‘Yaşamsal bir ilke ‘ olan dürüst bir aydın olma perspektifi ile. Batılılaşmanın resmi tarihi Tanzimat’ tan bu yana bu soruları sormayı yaşamsal bir duruş sorunu noktasında gören küçük burjuva duyarlıklı aydının sorduğu sorular Atay’ ı da kuşatmıştır kuşkusuz. Atay’ ı bir nihilist eğilim ekseninde ele aldığımızda sorulan soruların yanıt aranışları göz önünde bulundurulduğunda Bir Bilim Adamının Romanı’ nda Mustafa İnan’ a yüklenen olumlu kişiliğin yok sayılması zorunludur. Oğuz Atay kurgularındaki oyun vurgusu bu soruların peşi sıra cisimleşmiş, somutlaşabilmiştir. Atay’daki oyun vurgusu Kafka, Musil, Joyse ve Nabakov gibi bilinçaltının ustalarına bir yoldaşlık isteği olarak da görülmelidir.
Bilinçaltının belirgin bir parçalanma yaşayarak yansıdığı kurgusal kahramanın gerçeklik ile kurulan doğrudan bağın giderek dolaylılaştırılmasını zorunlu kılmıştır. Yaşantılar zinciri kurgunun bütününde parçalanmışlıkla dokusunu barındırır Atay’da böylece. Tutunamayanlar’ da Selim ve Turgut’un okul yıllarındaki tanışmalarının bile temel vesilesinin bir oyun kavramı ve bütün olarak oyunun yaşanma anındaki sıkıntı olduğu ele alınırsa bu açıklama daha anlaşılır olacaktır.
Bir vakit geçirme oyunu ile başlayan tanışma daha karmaşık oyunlar çerçevesinde anlatı boyunca genişler: ‘Turgut merakla sordu: ‘Affedersiniz, ne yapıyorsunuz orada”. Uzun boylusu başını çevirmeden yanıt verdi: ‘Sıkılıyoruz.‘ Turgut bu sözden ümitlenerek yavaşça yanlarına kaydı ve sıranın üzerine aşağıya yazılmış sayılara anlamadan baktı. ‘Vakit geçirme oyunu oynuyoruz.’ dedi uzun boylusu. ‘Ve başarıyoruz da!…’ Bu anlatı düzleminde oyunun bir temel tem oluşu Atay’ ın insan yaşamındaki temel oyun güdüsünü irdeleme çabasından doğar ifadesi metinlerin genel okumasında ispatlanabilecek bir ifadedir.
Doğa ve zaman kavramları arasında kendi varoluş sürecini kurma uğraşısında olan insanoğlu bu kurgunun içerisinde yaşam evrenini elbette bir oyun kurgusu ekseninde yeniden örebilmiştir. Bu halde yeniden yaratım süreci olan, evren ve insan olgusunun yaşamsal kesitleri sayılması gereken metin veya kurgunun bir oyunlar bütünü çerçevesince Atay tarafından görülmesi kaçınılmazdır.
70’in Türkiyesi'nde genel siyasal atmosferin aynı şekilde bireyin içinde giderek sinmeye başladığı bir çatışmalı oyun halini alışı, bir siyasallaşma deneyiminin belli bir nihayette apayrı bir apolitizme evrilmesi Atay’ daki oyun vurgusunun zaten bir toplumsal kabulle yaşanan çelişki sonucu evrildiğini ortaya koymaktadır.
Turgut ve Selim(özellikle bir ‘yumuşakçalar’ kabulüyle)’in kuçük burjuva duyarlılığın kendince pasifizmini üreten duyarlılıkları metindeki sürekli oyun kavramını bu açıklamalar ekseninde beraberinde getirecektir. Bir yaşam güdüsü olan oyun Atay’ın ifadesiyle metinlerde kimi noktada bir ciddi, hatta vahim bir durum arz etseler de aslında gerçek yaşantının, gerçek ilişkinin yokluğunda onun yerine bir varlık özelliği gösterir.
YAZARLARIN ORTAK KORKULARI ve ORTAK YAKLAŞIMLARI
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ailesizlik ve geç kalmışlık” korkusunu, Oğuz Atay’ın ise “yitmişliğin/yitirilmişliğin korkusunu” çarpıcı bir şekilde ele almıştır. İncelemenin son bölümünde ise söz konusu yazarların roman ve hikâyelerindeki korkunun kaynaklarına inerek, korkunun görünme biçimlerini ve korkudan kurtulma hamlelerini yazar-eser-anlatıcı bağlamında okura sunmaktadır.
“Korkunun kaynaklarını, çocuklukta şahit olunan ölüm ve yıkımlar, geç kalmışlık, geleceğin bilinmezliği, sorgulayan ve düşünen zihin, yalnızlık, güvensizlik, değersiz olma, köksüzlük, inanç yoklukları ve kayıpları, tereddütler olarak kaydetmek mümkündür” diyen Dr. Müge Göncü, roman ve hikâyelerde karşımıza çıkan korkunun görünme biçimlerini ise “Genel anlamda mutsuzluk, huzursuz olma hali, içe kapanma, modern dönem birey hastalıkları olan yabancılaşma, tükenmişlik gibi durumlardır.” diyerek özetler. (Korkunun Edebi Görüntüleri, Müge Göncü, Hece Yayınları) Modernite tartışmalarında korku ve yitirme tedirginliğinin girift tartışma evrenini bu açıdan üç yazarda keşfetmek mümkündür.
Türkiye’nin edebiyat geleneğinde Doğu ve Batı arasındaki etkileşimin merkezi bir konu olarak işlenmesi, ülkedeki düşünce dünyasının temel meselelerinden biri haline gelmiş değildir sadece tesadüfen. Modernleşmenin getirdiği kültürel çatışmalar, kimlik meselesini tam olarak kavramayı zorlaştırmıştır. Türkiye’deki edebiyat geleneği, bu çatışmayı farklı perspektiflerle ele almış ve estetik açıdan en yetkin biçimde işlemiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi ilk romancılar aracılığıyla bu zengin temayı işlemiştir. Her iki yazarın hala tartışmalı olmalarının nedeni, kimlik ve tarih konularına özel bir ilgi ve yaklaşım göstermiş olmalarıdır. Tanpınar ve Atay, Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine uzanan “Batı’nın teknolojisini alalım, kültürümüzü koruyalım” söylemini sadece yüzeyde ele almayıp derinlemesine irdelemişlerdir.
Doğu-Batı çatışmasının doğurduğu endişe, tereddüt ve kimlik sorgulamaları, bu iki yazarın eserlerinde özel bir yer tutar. Ancak bu tereddüt ve endişeleri sadece aşmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu durumu estetik yaratıcılıklarının bir kaynağına dönüştürmüşlerdir. Geçmişle kopuş, Tanpınar’ın estetik ve tarihsel birikimi romanlarına entegre etme çabalarıyla, Atay’ın ise geç modernleşmenin yarattığı çelişkilerin ardındaki ironiyi anlatma gayretleri arasında bir paralellik taşır.
Oğuz Atay, eserlerinde geç modernleşmenin neden olduğu içsel çatışmaları ironik bir dille aktarırken Ahmet Hamdi Tanpınar, geçmişin estetik ve tarihi mirasını romana dahil etme çabasındaydı. İki yazar da Türkiye’nin kimlik ve kültürel dönüşüm sorunlarına duyarlı bir şekilde yaklaşarak edebiyatları aracılığıyla bu meseleleri derinlemesine ele almışlardır. Bu nedenle, bu iki büyük yazar, Türk edebiyatının önde gelen figürleri olarak kabul edilir ve eserleri hala günümüzde ilgi çekmeye devam etmektedir.
BİREYSEL BEN VE TOPLUMSAL BEN
Bir yandan büyük değişimler yaşanırken, diğer yandan genel bir kamusal alan dahilinde günlük yaşamların oyunları bireyin daha da ezikleşmesine yol açar. Bu eziklik ne zaman gerçek bir oyunun öznesi olduğunu bilememenin diğer bir sonucudur. Ne zaman gerçek eylem içerisindedir’ Artık gerçeklerden korku duymaya başlamıştır. ‘Oyunlarla Yaşayanlar’ daki Emekli tarih öğretmeninin tarihsel gönderimlerle gelişen tutunamama veya vakit geçirme oyunu da genel olarak Oğuz Atay anlatılarının bütünsel dokusunu belirlemiştir sonuç olarak. Coşkun küçük dünya meseleleri arasında boğulmanın ezikliğini sürekli hissederken, aklından büyük meselelerin adamı olamamanın trajedilerini hazırlar. Küçük dünya meseleleri olarak adlandırılan bizzat büyük umutların yok oluşunu seyreden Türk toplumunun bir şekilde analizidir.
Metin başlıklarının oyun vurgusunu Atay’ da tam olarak yansıtması ‘Tehlikeli Oyunlar’, Oyunlarla Yaşayanlar’ gibi metinler ekseninde toplumsal normların ve kurallar dizgesinin içindeki ferdin bilinç çürümesine adeta bir karşı tepki olarak yerini alır.
Metinlerdeki oyun vurgusunu dışsallaştırırsak ‘Tutunamayanlar’ın çıkış öyküsündeki Türk aydınının başlangıç olarak metinlere karşı duruşu, Murat Belge’ nin 70’lerde Oğuz Atay’ ı bir nihilizm çıkmazında irdelemesi ve ardı sıra 80 sonrası depolitizm sürecinde Atay’a sahip çıkma kampanyalarının yine Murat Belge tarafından düzenlenmesini Türk aydının yaşadığı oyunlar dizgesinin bir başka parçası saymak kaçınılmazdır.
Bu oyunlar dizgesi aslında Atay’ın kurgusunun altyapısında ördüğü bütün çözüm arayışlarını tam olarak kavrayamayan yeni okuyucu kitlesinin inşa edilmesiyle bütünleşmiştir. Dürüst aydın olma savaşımındaki Atay, 80 sonrası yayınevleri politikasının yüzeysel bir popularitesine sahiptir artık. Çok koridorlu, katmanlı Tutunamayanlar’ın günümüz okuyucusu için yine de bu anlamda anlaşılırlığından söz edemeyiz.
Yüzeysel bir tüketimin ardı sıra bir okuyucu kazanmıştır Atay bugün. Hasip Akgül’ün ifadesiyle bir cemaatin yeni üyeleri olarak inşa edilmiştir Atay okuyanları. Bir yüzyılı aşan doğu-batı kavramları ekseninde Atay’ın bireysel bir oyun vurgusunu toplumsal bir oyunun parçalarından biri kılması, Tanzimat’tan bu yana tekrar eden sorulara farklı bir yanıt arayışı olarak görülmelidir: Biz Kimiz-Ben Kimim’ ‘Korkuyu Beklerken’ kitabında ‘Ne Evet Ne Hayır’ öyküsünün cevaplandırılamayan soruları yine evet veya hayırın arasında kalmak durumudur. Küçük burjuvazinin aydın paradigmasında kendisini diri tutmuştur bu durum. Ne tam Batı ne tam Doğu -ne tam bugün ne tam dün…
Bir alacakaranlık kuşağının metinleri sayabileceğimiz metinler tamamlanamayan oyunların ifadesidir bir şekliyle. ‘Mış’ gibi yapmak, soyut yaşam oyunları içerisinde bambaşka kimliklere bürünmek… Elbette başka bir usta anlatıcı Yusuf Atılgan’dan ayrışan temel bir tutum çerçevesinde. Bu ayrışma Bir Türkiye tahlili yapma uğraşısındaki Atay’la taşralılığın ızdırabını ve derinleşen çıkmazını, yerleşikleşen bir yaşam alışkanlığının reddiyesini veren Yusuf Atılgan’ ın tutunamamaya dair farklılaşan bakış açılarıydı. Atay’ daki Türkiye tahlili burjuva düzeninin kurallarına, değer yargılarına ayak uyduramamanın beraberindeki yalnız insanların ironileri çerçevesinde oluşturulmuştur. Modernist romanın genel sorgulama hattı olan varoluş sıkıntısı, simgeler ve bilinçaltının derinliklerinde yansıtılmıştır.
T.Özben’in öyküsünün ekseninde gelişen S. Işık’ ın öyküsü Turgut Özben’den gelen bir mektupla derinleşir. Selim’in intiharının sorgulanması Turgut’un öyküsünde bir değişim işareti olacak, bir kişilik değişimine doğru Selim’ de yeni değişmeler veya çözülmeler yaşanacaktır. Alacakaranlık olarak nitelendirmemizin temel gerekçesi saymamız gereken bu karmaşık örgü post-modern kurgunun da işaretlerini sunar bize. İç-konuşma, ruh çözümlemesi metin yapısının temellerini oluşturur. Günseli ise Selim’in yeni bir aşkı keşfetmesinin temellerini oluşturmaktadır.
Tüm anlatıcılar için kendileri ve çevrel dünyalarında süre giden yaşam zaten başlı başına bir soru, arayış Selim ve Turgut için bir zorunluluktur. Tehlikeli oyunlar’ daki Hikmet Benol’un da soruları aynı şekilde olacaktır. Tutunamayanlar’da bir kurtarıcının bu arayış ekseninde yaratılma istemi karşımıza çıkar. Selim’i çözmeye çalışan Turgut’un kendisini İsa ve Hamlet’le özdeşleştirmesiyle yaşanacaktır. Bu özdeşleşme aslında kurtarıcısını bulamayan bireyin yalnızlığına başka bir atıftır. Bu yalnızlık zaten bir toplumsal trajedinin işaretleri olarak yerini almıştır. Bir kuşakdaş saymamız gereken Atılgan ve Atay’ daki karakterlerin bireysel trajedilerinin toplumsal bir yalnızlığa denk düşmesi bir aydın tutumu olarak gözden kaçırılamaz bu anlamda. Bay C ve Zeberced’e düşen yalnızlık kamusal alanda Turgut Özben’ e, Selim Işık’a ve diğer anlatıcılara da düşecektir. Elbette Atay’ da ki anlatı düzleminde karşımıza çıkan çok katmanlılık Atılgan’ da yerini daha çok taşra sıkıntısının yansıması olan bir yalınlığa bırakabilmiştir.
Selim’in Turgut’un mektubuyla başlayan büyük değişimi de bu çok katmanlılık içerisinde bireyin iç-benini bulma ve genel değerler sisteminin bütün halkalarından uzaklaşma temelinde ilerler. Bir özdeşleştirme, ve çeşitli göndermelerle metinde anlatım paralellikleri oluşturma çabası Tutunamayanlar’ da Turgut’un genelev bölümünde İsa ile kurduğu veya Hamlet’ le kurduğu özdeşliği belirginleştirecektir: Hamletliğini ilan ederek. ‘Ben Turgut Özben, Danimarka Kralı’nın oğlu. ‘ ifadesi bir deliliğe alamet gibi görünse de sosyal bir kabulün reddi olarak daha yoğun bir anlam taşımaktadır: Berna Moran’ ın ifadesiyle Hamlet sarayda bir prens olarak rahat yaşarken, babasının ölümü ile sanki bir gaflet uykusundan uyanmış ve sarayın genel kokuşmuşluğunun farkına varmıştır. Turgut da Selim’in ölümüyle küçük burjuva yaşamının ve tutunanlar dünyasının kokuşmuşluğunun ayrımına varır. Bu kokuşmuşluğun içinde tutunan olabilmenin kendince artık kabul edilebilirliği olamaz. Hamlet’ in kılıçla aldığı öç, bir küçük burjuva aydının dramında Turgut tarafından kalemle alınacaktır.
Kafkaesk sürgün temasıyla yer yer özdeşleşen bu durum aslında mekansal değişimlere işaret etmeyen manevi bir bulamama sorunuyla beraber yürür. ‘Siz de benim gibi, Günleri Sevgiyle isteyerek Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi Sizin de Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde Gitmekten başka bir kavramı olmayan Cumhuriyet çocuğu olarak yayan, Pis pis gezdinizse Hergele meydanında, bu sarı ve tozlu alan İğrendirmediyse sizi, Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız Denizi, Kaybettiniz (Benim gibi). (Tutunamayanlar, Syf 126) ‘Dün, Bugün, Yarın’ başlığını taşıyan bu çok katmanlı metin, Bir tarihsel kopuşun ve de tarihin dışsallaşılan seyrinin belirtilerini sunarken, kimlik sorununun, köleleşmenin köklerinin tespitinin, Orta Asya ile başlatılan kurgusal bir tarihin, Oblomovca bakışın, okul kitaplarında bitmeyen resmi tarihin cafcaflı görüntüsünün bütün olarak analizini verir. Bu metinler çerçevesinde tarih artık bir gerçeklik alanı değil bir kurgu öğesidir. Köleleşmenin ferdin genel tasavvurunda bu tarihsel perspektif ekseninde kökleşmesi tutunanların dünyasında kaçınılmazdır.
Çocukluktan başlayan bireysel tarih bu metinlerde bir sosyal tarih alanıyla paralellikler gösterecek, ‘Çıktık açık alınların’ hep bir ağızdan söylendiği ve pekiyi ile ilkokulun bitirildiği kesitlerin diğer büyüme sürecinin öteki kesitleriyle süreklilik yaşaması bu bireysel tarihin ister istemez bir toplumsal tarihin parçası olmasını getirmiştir; küçük hesapların ve kesintisiz kuruntuların bu örgüde taşıdığı belirleyicilikle, Tehlikeli Oyunlarda da yansıdığı üzere: ‘Adamın adı: Hikmet, kadının adı: Sevgi(sonradan değişebilir, şimdilik kolaylık sağlasın da). Hikmet kendinde gördüğü-ve engel olmadığı- her özelliği açıkça belirtiyor…Kitabın başında Hikmet, Sevgi’ den ayrılmış. Daha iyi de olmamış beter olsun! Olmak da istiyor. Çocukluğundaki kötü huylarına dönüyor…
Küçük şeyler yaşıyor. Sevgi ile yaşadığından daha küçük şeyler. İçki, tartışmalar…sonra bırakıyor, hatırlama yoğunlaşıyor. Yalnız hatırlama kalıyor.’ (Günlük, syf.18) Oğuz Atay’ın Günlük’ ünde ifade ettiği ‘hatırlama’ çocukluğa veya çocuk dünyasının saflığına başka bir dönüş olarak yorumlanabilecektir: Hikmet’ in iç yolculuğunda yaşanan kırılmalar bir kendini yeniden kurgulama tasavvuru ekseninde oluşmuş görünüyorsa da tutunanların dünyasından kopuş bir düşünsel intiharın yol açısı olacaktır.
Tutunanların dünyasında böyle bir kurguya yer olmayacağına yazarın adeta işaret etmekte ısrarcı olduğunu ifade edebiliriz bu boyutuyla. Selim’in ve Turgut’un keşif çabasının çıkmazları bu kurguda yerini bulur Tutunamayanlar’da da. Oblomovca ifade bu tutunamama durumunun analizlerinde Joyce’un iç-bene yüklediği olumlayıcı kimlikle Atayda da böylece yer alabilmiştir. Sözcüklerin yüklendiği anlam yalnızlıkla bitişirken, metinlere gizlenen toplumsal öngörü 90’ların toplumsal kimliğine dair parçalanmalara da işaret eder.
‘Önce Kelime vardı.’ diye başlıyor Yahonna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık…Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde.’ (Tutunamayanlar, syf 154) Elbette 90’ların siyasal ve toplumsal yansımalarının küreselleşme ve kapitalizmin gelişme dinamiklerinin toplumsal psikolojiye yansımasıyla birlikte ele alınması zorunludur. 50’lerde başlayan Atay’ın yazma çabasının 70’lerin siyasal atmosferinde kendisine uygun edebi zeminini bulamaması, bir aydın kuşağı olarak 90’ların aydın kuşağına çoğu noktada yakınlık barındırması bir tesadüf olarak ortaya çıkmamış, 80’le kırılan bir tarihsel dönemin öngörüleri 70’lerin aydını tarafından kimi noktalarda tam olarak Atay gerçeğinde de olduğu gibi onaylanmamıştır.
Tutunamayanlar bu anlamda bir hiçlik imgesi çerçevesinde yargılanmış ve metinlerdeki karmaşık ve içiçe kurguda yer alan toplumsal analizler irdelenememiştir bu süreçte. Kentin kendisinin bir karmaşık yansıması olarak görülebilecek Tutunamayanlar 70′ lerin nesnelliğinde bir boyutuyla köy gerçekliğinin belirleyiciliğine heba edilmiştir. Atay’ın Günlük’ündeki ifadeleri bu konudaki değerlendirmemize uygun zeminler yaratabilecektir: ‘Her şeyi görmeye çalışan insanın ümitsizliği, her çeşit insanı karanlık çabalar içinde görmenin verdiği bezginlik, zavallı karanlık insanların devrimlere yapışarak doğrulmaya çalışması, sefalet içinde öğrenciler, eylem dışında hiçbir tutunacak bilgi-görgü-sevgi vb. dalları olmayan ümitsiz gençler, bu arada toplumun ‘craze’ leri televizyon, seks, futbol, araba, kat, deniz kıyısı, geziler, gençlerin ölümü: eylemciler ve hippi kılıklı züppeler, tüketim sanayiinin dört nala gidişi, reklamlar, tüccarın birikim endişesi, miskin ve ruhsuz hocalar, öğrencinin başına geçerek büyük adamlık komplekslerini tatmine çalışan hocalar, Demireller ve onlar gibiler, küçük aydının moralist çabası, Ecevit, burjuva aydınının ezilişi…’ Atay’ın kaleminden çıkan bu tahlil 60’larla başlayan burjuva sınıfının ve kapitalist ekonomik modelin toplumsal yaşamdaki ağırlığına işaret eden bir bakış açısını yansıtmaktadır.
Üniversite- medya-siyasal gündemin akışı, aydının toplumsal alanda belirsizleşmesi veya aydının kimlik sancısı romanın toplumsal zemininde kendisini var eder. 20 yy’ın bir bireysel tarihinin oluşturulma serüveni Atay’ın kaleminden Hikmet Benol, Turgut Özben, Selim Işık’ ın dünyasıyla verilir. Küçük burjuvazinin iç intiharlarıyla başlayan serüven, bir tarihsizlik ve kimliksizlik sancısı yaşayan Türkiye tahliliyle üst-katmanını örecektir. Kafka’nın duyduğu dehşetin, insanların evrendeki başaşağı gidişinin farkına varan aydının sessiz kalan yankısının Atay’ın kurgularındaki katmanların içerisindeki yoğunluğu, nesnel gerçeklikle temelde bir hEsaplaşmayı doğuracaktır: Türkiye aydının kimlik sorunun tartışılmasıyla beraber. Bütün bu tartışma başlıkları Atay’ın metinleri dahilinde kesintisiz bir düşünme ve tartışma alanının göstergeleridir ki 90’ların Türkiye nesnelliğiyle Atay metinleri kendisine kesin bir meşruiyet alanı bulabilmiş, bilinç parçalanmasının çeşitli görüntüleri burjuva ideolojisinin göstergeleri ekseninde günümüz aydını için Atay’ın kaçınılmaz kabulünü beraberinde getirmiştir.
Bir Rüyanın İçinde: Oğuz Atay’ın Edebi Dünyasında Temalar ve Oyunlar
Derin düşüncelerin, duyguların ve tarihin iç içe geçtiği bir dünya; Oğuz Atay’ın eserlerinde bulunan eşsiz bir evren sunar okurlara. Bu evren, geçmişin, bugünün ve yarının kesişiminde şekillenirken, bireyin iç dünyasının derinliklerine ve toplumsal dokunun labirentlerine bir pencere açar. Atay’ın temaları, onun eserlerini sadece birer edebi yapıt olarak değil, aynı zamanda zamanın ve insanlığın sorgulayıcısı olarak da öne çıkarır. Modernizmin karmaşıklığına ve insan ruhunun derinliklerine dair sorular, eserlerinde örülen kurgusal dokuda buluşur. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” adlı eserindeki Selim ve Turgut karakterleri aracılığıyla, oyunun ve geçmişin arasındaki ilişkiyi ustaca işler. Okuyucu, bu karakterlerin okul yıllarında başlayan tanışmalarını anlatan bu eserde, zamanın ve anın karmaşıklığını derinlemesine düşünmeye davet edilir. İlk başta basit bir arkadaşlık oyunu gibi görünen bu tanışma, zamanla iç içe geçmiş anların ve oyunların labirentine dönüşür. Turgut’un sıkıldıklarını ifade ettiği anın ardında yatan “Vakit Geçirme Oyunu” gerçeği, okuyucunun gözünde belirir.
Atay, insan yaşamındaki temel oyunun ne olduğunu irdelemekle kalmaz, aynı zamanda bu temayı metnin dokusuna ustalıkla işler. İnsanın, doğanın ve zamanın kavramları arasındaki dansı, kendi varoluşunu yeniden inşa etme çabasına dönüşür ve bu çaba bir oyun kurgusuyla şekillenir. Atay’ın eserleri, sadece bireyin iç dünyasına değil, aynı zamanda toplumsal kimliğin karmaşıklığına da odaklanır. Küçük burjuva yaşamının günlük oyunları, bireyin içsel çatışmalarını ve toplumsal baskıları gözler önüne serer. Bu durum, gerçek eylemin ne zaman başladığını bilemediği bir dünyada bireyin ezilmişliğine yol açar. “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı eserde, emekli bir tarih öğretmeninin tutunamama oyunu, tarihsel göndermelerle harmanlanarak Atay’ın eserlerinin temel taşlarından birini oluşturur. Atay’ın eserlerindeki bireysel trajediler, genellikle toplumsal yalnızlıkla paralellik gösterir.
Selim ve Turgut’un içsel çöküşleri, sadece kişisel değil, aynı zamanda toplumsal bir yalnızlığın yansımasıdır. Metindeki katmanlı anlamlar, toplumsal eleştirilerle birleşerek 1990'ların toplumsal kimliğine bir bakış sunar. Küreselleşme ve kapitalizmin yükselişi, Atay’ın eserlerinde yankılanır ve günümüz dünyasına da ayna tutar. Oğuz Atay’ın eserleri, 20. yüzyıl Türkiyesi'nin hem toplumsal dinamikleriyle hem de aydın kimliğiyle derinlemesine bir hesaplaşmanın ürünleridir. Eserlerindeki karmaşık kurgu ve derin temalar, okuyucuya sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de derin düşünme fırsatı sunar. Bu eserler, dönemin toplumsal atmosferini ve aydın kimliğini yansıtan bir ayna olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, Oğuz Atay’ın eserleri, sadece edebi yapıtlar değil, aynı zamanda insanlığın geçmişiyle, bugünüyle ve geleceğiyle derinlemesine bir diyalogun ürünleridir. Onun oyunlarla örülü dünyası, okuyucuyu hem düşünmeye hem de hissetmeye davet eder. Atay’ın eserleri, birer edebi şaheser olmanın ötesinde, insanın varoluşunun ve toplumunun derinliklerine dair birer yolculuktur.
Kaynaklar Kitaplar:
A.H. Tanpınar, “Huzur”
A.H. Tanpınar,”Mahur Beste”
A.H. Tanpınar,”Sahnenin Dışındakiler”
A.H. Tanpınar, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”
A.H. Tanpınar, “Aydaki Kadın”
A.H. Tanpınar,, “Beş Şehir”
A.H. Tanpınar, “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” (Öyküler)
A.H. Tanpınar, “Bütün Şiirleri”
A.H. Tanpınar,”Yaşadığım Gibi” (Deneme)
A.H. Tanpınar,”19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi”
Oğuz Atay, Günlük
Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar
Oğuz Atay, Tutumayanlar
Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar
Diğer Kaynaklar:
“Kitap-lık”, Sayı 40/Mart-Nisan 2000, YKY, İstanbul “Hece”, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Sayı: 46/47, Ekim-Kasım 2000, Ankara
Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, İletişim Yay., 1996, İstanbul
“Doğu Batı (Gericilik Nedir?)”, Sayı: 3, Mayıs-Haziran-Temmuz 1998, Felsefe Sanat ve Kültür Derneği, Ankara
“Littera Dergisi”, Postmodernizm Özel Sayısı, 1992, İstanbul
“Kitap-lık”, Seçki, YKY, İstanbul, 2000
Meltem Gürle, “Ölülerle Konuşmak, Shakespeare’den Joyce’a Tutunamayanlar’da Edebi Miras Meselesi”, İletişim Yayınları, 2016, ISBN 978–975–051–971–0
Yıldız Ecevit, “Türk Romanında Postmodernist Açılımlar”, İletişim Yayınları, 2001, İstanbul, ISBN 978–975–470–875–2
Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım” — Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası”, İletişim Yayınları, 2005, İstanbul, ISBN 978–975–05–0321–4
Handan İnci (Yayına Hazırlayan), “Oğuz Atay’a Armağan — Türk Edebiyatının ‘Oyun/Bozan’ı”, İletişim Yayınları, İstanbul 2007
Ramazan Gülendam–Bahadır Sürelli, “Nabokov’dan Oğuz Atay’a ‘Tutunamayanlar’da ‘Solgun Ateş’ İzleri”, Varlık, 1151, 31–37 (2003)
Hasan Uygun, “Yapıtları ve Yaşamıyla Oğuz Atay”, Mavi Melek, Sayı: 44, 05/02/2010
Nurdan Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge”, Metis Yayınları, 1995
Handan İnci ve Elif Türker (Der.), “Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum”, İletişim Yayınları, 2009, İstanbul. (13–14 Aralık 2007 tarihlerindeki sempozyumun genişletilmiş basımı)