Giriş: Ingeborg Bachmann’ın Toplu Şiirleri’ni (YKY, 4. baskı) okumuştum bir iki ay önce. Çevirmeni yine usta Ahmet Cemal! Bu yorucu, çoğu hayli kapalı şiirlerde yine kulak tırmalayan çığlık, insandan- toplumdan yakınma ve bunun yorgunluğu, bir ruhun çöküntüsü var. Kitabın kapağındaki elde sigara, sıcak gülümseyen portresine karşın. Derin bir duyarlılığın yol açtığı yıkıcı bir karamsarlık. Anlatımcı şiirler ama çarpıcı, farklı imgeler… Denizler, ağaçlar, bulutlar, gece, güneş, dallar, rüzgâr; yaz veayrılık hüzünleri üzerinden. Bir kırsal yaşamın izleri, belki de özlemi. Çevrede-dağlarda görülenlerden metaforlarla. Yaşam, varoluş, zaman, özgürlük sorgulamaları… Ama “kulaklar sağır, tozlanmış/ yakınmaları nasıl duysun?”
Gerçekten zor şiirler. Bir yabancının metaforik şiirleri, tam anlamak zor. Üstelik hayli ayrıksıimgeler. Pek çok ülke dolaşmışlığının ve feministliğinin çığlığı duyuluyor. Sanki eşcinselliğinin de. Hep sorgulama, itiraz ve yakınmalar. İlk şiiri (Sorarım Anneme Akşamları) bize diğerlerine ilişkin ipucu oluyor. İlk dörtlük: Sorarım anneme akşamları/ çan seslerinin ardından gizlice/ günleri nasıl yorumlamalıyım/ ve nasıl geceye hazırlanayım diye.
Malina ve Bachmann
Bachmann,’Ölüm Türleri’ başlığı altında bir dizi roman yazmayı tasarlamış ama ne yazık ki bu ilk tek bölümü tamamlayabilmiş. Anlatıcının yani (Ben) kendisiyle, çevresiyle, ailesiyle, ana-babayla ve özellikle iki erkekle bitip tükenmeyen hesaplaşması olan bu romanla ilgili önce usta çevirmen A.Ce-mal’in Malina ya da Günlük Cinayetlerin Romanı başlıklı ön söz metninden alıntılarla başlamak gerekir:
“İlk kez 1971’de yayımlanmıştı Malina, çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. (…) 1980’den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı. (…) Bu gelişme günümüzde, Malina’nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktangeride bırakmış oluşu gibi. (…) Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğun tartışmalara konu oldu.
(…) Ama burada biraz ara verelim ve yine Malinaya dönmek üzere biraz da yazara yaklaşalım. ‘Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki anılarım o günde başladı, erken gelen, o güçte olanınıdaha sonra çekmediğim bir acıyla.’ Malina’da toplumu ‘en kanlı arena’ diye nitelendirmiş olduğuanımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: ‘Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyormusunuz?..’
5 mayıs 1971’de şöyle demişti:’… ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklarından değildir, insanın insana yaptıklarındandır.’”
Ve şu saptamayı yapıyor Ahmet Cemal: ”Bachmann’ın Malina’sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyalarınyoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından roman olaysızdır, çünkü her şey iç dünyanın alanlarında olup biter. Bu aşk son derece güç bir aşktır.”
Yukarıdaki uzun alıntıların nedeni, bu zor, yorucu romanı biraz daha açıklığa kavuşturmaktır. Çünkü, bu romanda adsız ana karakter 382 sayfada toplumla savaşımını, özellikle âşık olduğu diğer ikierkek karakter özerinden hesaplaşmasını, iç dünyasında yaşadığı geçmişten de gelen derin yıkımı an-latıyor. Buna baba, anne-babayla korkunç hesaplaşmasını da. Benalatımlı romanın, adsız ana karakteri 2. Dünya Savaşı yıllarından bugüne yaşadığı travmaları hiç unutulmayan anılar, sanrılar, karabasan-larla yaşıyor. Bitmeyen bu hesaplaşma, içdökümü, isyan, çığlık onu çoğu kez andan, şimdiden, gerçeklerden koparıyor. İki aşkta da yaşadığı tutunamamışlığın, başarısızlığın bir nedeni de kendisidir.
Yazar, romanını Kişiler başlıklı, giriş sayılabilecek bölümden sonra üç bölümde planlamış: Birinci Bölüm- Ivan’la Mutluluk (30), İkinci Bölüm- Üçüncü Adam(150), Üçüncü Bölüm- Son ŞeylerÜzerine (201). Tuhaftır, romanda üç direk karakter var: Ivan, Malina ve anlatıcı ( Ben), ama bu tanıtma bölümünde, Ivan’ın başka kadından iki çocuğuna(Bela ve Andras) yer vermesi anlamlı.
Şimdi bu üç ana karakteri bize nasıl tanıttığına bakalım ama kısa alıntılarla: Ivan: 1935 Macaristan doğumlu. Viyana’da yaşıyor. Düzenli bir işi var. Çalışma alanı para olan bir işye-rinde. Yani finans/para işleriyle uğraşan bir kurumda.
Malina: Kırk yaşlarında. Ellili yılların sonunda bazı nüshaları satılmış bir apokrifin yazarı. (apokrif: Hıristiyanlıkta kanonik dinsel metinlerin ve kitapların parçası olmayan metin. Dini metinlerin doğruluğunun şüpheli olduğu durumları tanımlamak amacıyla kullanılır.) Kendini gizleyebilmek için A sınıfı devlet memuru statüsünde, Avusturya Askeri Müzesi’nde çalışıyor.
Ben: (Bu adsız anlatıcımız, romanın ana karakteri.) İçişleri Bakanlığınca düzenlenmiş, tasdikli birvatandaşlık belgesi niteliğini taşıyan Avusturya pasaportu hamili. Göz rengi kahverengi, saç sarı, Klagenfurt doğumlu. (Bu, yazarın da doğduğu kent. Böyle olunca onu yazarla özdeşleştirmemek zor.)Adresi Ungargasse 6, Viyana III. Ve Macar Sokağı. Burada aynı evde yaşayan Malina ve anlatıcı, ile 9 numarada ikinci ve büyük aşkı Ivan yaşıyor.
Ev arkadaşı, önceki aşkı Malina’yla nasıl bir tanışma serüveni yaşadığını ustaca ve ayrıntılarla uzun uzun anlatırken baştaki şu saptama ilginç: ”Malina’yla ilişkim yıllar boyu sonuç vermeyen karşılaşmalardan, düşünülebilecek en büyük yanlış anlamalardan ve birkaç budalaca düşten ibaret kaldı-yani başka insanlarla aramda olanlardan çok daha büyük yanlış anlamalar, demek istediğim.”(s.21) Ve Malina’dan yakınmalar: ”… Malina huzurlu; çünkü ben onun için çok önemsiz, artık çok bilinen bir ben’im; beni bir çöp gibi, varlığı gereksiz bir yaratıkmışım gibi fırlatıp atmış, sanki yalnızca onun kaburga kemiğinden yaratılmışım ve başlangıçtan bu yana onun için gerekli değilim… “ yakınması, anlatıcının Malina’yla birlikte aynı evdeyken Ivan’la ilişkisine, onunla evde birlikte olmasına açıklık getirir.
“… Anlatmak istemiyorum, anılarımdaki her şey beni rahatsız ediyor. Malina odaya giriyor, yarısı boşalmış bir viski şişesini arıyor, bana bir kadeh veriyor, bir tane de kendisine dolduruyor ve konuşuyor: Hâlâ rahatsız ediyor seni, daha geçmedi. Ama seni rahatsız eden, hatırlamanın bir başka türü.”
...
Hep sayıklayan bir kadın kahraman! Olağanüstü bellek irdeleme ve sorgulamalarla başlayıpsürer gider. Tabii, çok da yoruyor okuru. Anılar parça parça bellekte uyanırken zaman dizimsel değil.An-şimdi ise zaman dizimsel. Giriş sayılabilecek kişiler bölümü Ingeborg’un üstün zekâ ve yeteneğininipucunu veriyor. Her an ruhsal değişim- kişilik sorgulamaları. Sürekli iç acısı duyumsayan, bir anlatıcıkarakter. Ciddi bunalım içinde. Kendi bunalımının bir kitap gibi okunacağı düşüncesinde. I. BölümdeIvan’la, Malina’yla ilişksini, kendi iç sorgulamalarını inanılmaz ayrıntılarla irdelemesi onu bu kanısındahaklı çıkarıyor.
II. Bölümde 2. Dünya Savaşı’na, Hitler’in Polonya’yı işgaline, ailesiyle, ana- babayla, özelliklebabayla iç hesaplaşma ve onun yol açtığı travma kulak tırmalayan bir çığlığa dönüşüyor. Peki, buradababa imgesi salt bu evdeki baba mı? Kanımca bir metafor olarak toplum, devlet, faşizm ve eril kültürdür bu baba. Bunları söylerken romanlara, filmlere konu olan baba-oğul hesaplaşmasının ilginç bir romanı olan Kemal Varol’un, bugünlerde filmi de (Yönetmen Özcan Alper) gösterilmekte olan Aşıklar Bayramı’nı anımsamamak elde değil. (Tabii, daha önceki iki filmi de anımsadım: Cenk Ertürk’ün ilkfilmi Nuh Tepesi ve Özkan Çelik’in, Babamın Kemikleri). Filmin de çok ses getirdiği, onunla ilgili değer-lendirmelerden anlaşılıyor. romanda, babayla hesaplaşmanın olanaksızlığı, babanın asla tamamlana-mayacak bir hikâye olduğu mesajı verilirken filmde de geçen şu yanıt-replik unutulmaz: Yorma kendini, baba dediğin yarım kalan bir kelimedir!” Ama Malina’da baba-oğul değil, baba-kız/kadın hesaplaşması var. Çok uzaktaki babadan kalmış bu travma çok daha farklı, incitici, yıkıcı. Zaten, şunu diyor: ”Faşizm, atılan bombalarla başlamaz… Faşizm, erkekle kadın arasındaki ilişkide başlar.”
Kısacası anlatıcımız ayrıksı bir kadın. Öncü bir feminist. Bana, pandemi döneminde izlediğim Joachim Trier’in 2021 yapımı Dünyanın En Kötü İnsanı filmindeki Julie(Renate Reins) karakterini anımsattı. Düşündüm ama o karakter bunca yıkılmış, bunca karabasanlar içinde değildi. Bu adsız kahraman asıl, Dostoyevski’nin ölümsüz yapıtı Yeraltından Notlar romanının yine adsız kahramanına daha yakın, ne ki o erkek. O kahramana/ karaktere Adsız Adam diyebiliriz, çünkü yazarından ne denli izler taşısada onu yazarıyla özdeşleştiremiyoruz. Ama Malina’da bu adsız karakter(Ben) yazarın kendisi, ne denli kurgu olsa da. Hele yazarın trajik ölümünü anımsarsak…
Son bölümü, (III. Bölüm- Son Şeyler Üzerine) Ben’in Malina ve Ivan’la sonsuz hesaplaşmasının,ayrılığın ve derin çöküşünün anlatıldığı bölümdür. Şu itiraf sarsıcıdır: “Artık çok korkunç değil, yalnızbirbirimizden kopmamız, her kopmadan daha korkunç. Ivan’da yaşadım, Malina’da ölüyorum. ”Ve roman şu sözcük-cümleyle biter: “Cinayetti.” Duvarın Arkasında şiirinin son dizesi de şuydu:Ben, hep ölümü düşünmek gibiyim.
Ben, hep ölümü düşünmek gibiyim.
Sözün sonuna gelmeden kitabın arka kapağındaki şu yetki değerlendirmeye yer vermeden olmaz: “Mutlak aşkın ve birey olma savaşımının romanı MALİNA, yaşadığımız çağa ilişkin ağrılı öngörütaşır. Savaşın ilan edilmeyen fakat insanların iç dünyasında yaşamını sürdüren varlığına dikkat çeken Bachmann büyük kıyımların temelinde de insanın insanı içten içe öldürdüğü günlük cinayetlerin yattığına işaret eder.” “Savaş ve barış yoktur, sadece savaş vardır.”
Sözün sonu: Ahmet Muhip Dıranas’ın ölümsüz şiiri şu dizelerle başlar:
”Hoyrattır bu akşamüstleri daima/Gün saltanatıyla gitti mi bir defa / Yalnızlığımızla doldurup her yeri/ Bir renk çığlığı içinde bahçemizden/ Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan/ Lavanta çiçeği kokan kederleri./ Hoyrattır bu akşamüstleri. (…..)” Ve acı veren anıların verdiği hüzünle-ezinçle sürer. Uzun şiirin son kıtası şu dizeyle biter: “Ey, unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.” Ama adsız kahramanımızın (Ben) anımsayışları akşamdanakşama değil, her saat, her an yaşanan korkunç bir karabasandır. Lavanta çiçeği kokan bir keder değilonunki, bir yıkımdır. Ona yaşamı zehir eden, onu dünyadan, insanlardan koparan .Zor, yıpratıcı bir roman dedim, ama olağanüstü bir içdökümü, bir isyan, bir çığlık. Okunması ciddi bir kazanım.
Not: Olvido, İspanyolca bir sözcüktür. Olvido yazıldığında ‘unuturum’, olvidô olarak yazıldığında ‘unuttu’ demektir. Dıranas’ın, bunu ‘unutuş’ anlamında kullandığını düşünmüşüm hep. Son kıta bukanıma örnek sayılır.