“Ankara Ankara/ Bir kent değil burası, bir acenta dizisi,/ Bir işhanı, bir umumi mümessillik belki,/ Büyük mağazalar, bahçeliğe özenen süpermarketler/ Tutulmamak üzere verilmiş bir söz gibi./ Sahi kaçıncı sanat oluyordu şu mimari?/ Birer önyargı gibi uzuyor çağdaş caminin minareleri./…/ Dol (An) kara bakır dol!/ Biletim öldü;/ Gömleğim kirli.” (Cemal Süreya)
Tarihten ve Ankara’dan önce mitolojiye yolumuzu düşürüp gökten bir cümle düşürmek isterim: “Dünya’da da göklerdeki gibi olacaktır…” Mitolojiden bize emanet; bu cümlenin bize söylediği, "gök düzeni" insanlık ve yer düzeni için model/taklit oluşturur.
Şimdi de mitoloji ile helalleşip modern ulus devlete yolumuzu düşürelim ve yeni bir cümle kuralım: Laiklik, demokrasi, sivil toplum iddiaları ve "demagojileri" bir yana, devletlerin, yeri ve gök dahil bil cümle hakikati ve mecazı temsil ettiğinin varsayıldığı, "yurttaşların" kendilerini buna göre inşa ettiği bir yerel/evrensel model içinde yaşıyoruz. Hal böyle olunca zorun ve korkunun tarihteki rolünü anlamak mümkün! Bir tarihsel model olan her ulus devlet, kendini yeniden üretmek için “modellere” ihtiyaç duyar. “Model davalar”, “model katliamlar”, “model resmi tarih” vb. sistemi koruyup kollamanın ötesinde daha derinde seyreden kurucu öğelerdir. "Zor" ile "korkunun" ruh ikizi olmaları bundandır; biri diğerinin hem nedeni hem de sonucudur… İşkencenin amacı, öldürmekten hatta bilgi almaktan çok kişiyi özyıkıma uğratıp onursuzlaştırmak ve özgüvenini yitiren kişinin devlete yeniden geçici ve/veya kesin kayıt yaptırmasının zeminini oluşturmaktır. Bu nedenle “çözülmek”, başkalarını ele vermekten çok kişinin kendini ele verip, devlete yeniden kayıt yaptırma ihtimali olan bir hâldir.
Katliamlar ise, “öldürmenin” ötesinde bir ihtiyacın ürünüdür; aslolan, kalan sağların kapsam alanını korku ile daraltmaktır. Cemal Süreya’nın “Ödleriyle öten kuşlar” dizesinden el alarak söylersek, ulus devletlerin en moderni dahi “korku toplumu” yaratarak da varlığını sürdürür. Katliamdan ve korkudan amaç, kurulu düzene razı olmayanları yeniden sistem içine alıp devlete ve kapitalizme razı edip yeniden kaydetmektir. Dünyada, Ortadoğu’da ve yaşadığımız coğrafyada kişi başına düşen kayıp, ölüm, katliam ve korku miktarının giderek artması, yönetenlerin eskisi gibi razı ederek yönetemeyişleri olarak da okunabilir. “Normal” dönemlerin rıza mekanizmaları “olağanüstü” dönemlerde zor, korku ve hakikatleri gizleyen “demagoji” üzerine inşa edilir.
Korkunun ne zaman icat edildiğini, insanın ilk ne zaman ve neden korktuğunu bilen yok. Bildiğimiz, korkunun insanla birlikte var olduğu ve modern devletlerle birlikte yeni bir nitelik kazandığı, özellikle de kriz anlarında yurttaşlara hatırlatıldığıdır. Öyle ya... Ola ki yurttaşlar unutmuşlardır korkuyu! Hatırlatmak gerekir...
Hakikat, ayna ve öteki korkusu üzerine inşa edilmiş toplumların kendi korkularının ne denli büyük olduğunun da delilidir katliamlar. Egemenler tarih boyunca korkularını bastırmak için korkutmuşlardır. Dünyada geçiririz çocukluğumuzu bir de bakarız ki korkudan inşa edilmiş insanlardan devlet yapılmaktadır. Bu noktada Brecht’in “Çözüm” şiirinin “Peki daha kolay olmaz mı/Hükümet halkı feshetse/ Ve kendine yeni bir halk seçse?” dizelerini yardıma çağırabiliriz. Zor, katliam, korku hangi kelimeden yola çıkarsak çıkalım amaç, işaret ve itiraz parmağını yitirmeyenleri iptal edip, kendine uygun bir Türk seçmek muradıdır. Osmanlıdan Cumhuriyete devredilmiş siyasal ve toplumsal bir murattır bu. (Osmanlı’da şair yeniçerilerin savaşa en önde gitmesi de manidardır…) Bu nedenle bu toprakların halkları, Cumhuriyetle de yaralıdırlar…
Bir “model” katliam mekanı olarak Ankara Katliamı artık tersinden Kara anı olarak da tarihe geçmiştir. Sevgimizin acıdığı dikey ve yatay mutsuzluk anlarımızdan, anılarımızdan biri olan bu katliam, geride kalanlar için "kaybın yasını tutarak" baş edilmesi gereken travmalardan biridir. Bu travmayla baş etmek sadece siyasetin derdi değildir. Sıkça örneklediğim bir hattat rivayetini (ya da hakikatini) paylaşmak isterim: Hattatlar, her harf için ayrı nefes alıp, nefes tutup, o harfin için alınan ve tutulan nefesle yazarlarmış. Ve rivayete göre; hattatların ömürlerince aldıkları nefesler ömürlerine ilave edildiğinden hattatlar uzun yaşarlarmış. Bu rivayeti hayatımıza şöyle tercüme edebiliriz: Biz tek ya da toplu olarak öldürülenlerin alamadığı nefesleri de alıyoruz, yaşayamadığı aşkları da yaşıyoruz, okuyamadığı kitapları, şiirleri de okuyoruz, sevemedikleri çocukları da onlar yerine seviyoruz. Yapmamız gereken bu etik, estetik ve politik vebalin sorumluluğu ile kalan ömrümüzü yanlış yaşamadan ve yanlış yaşlanmadan tamamlamaktır.
Mademki Brecht’in kulağını çınlattık ve“çözüm” kelimesi cümle içinde geçti, cevabı verilmek üzere yerde ve gökte asılı duran “çözüm nedir?” sorusunun yanıtını bulmak önemli. Benim doğaya bakarak önerdiğim çözümlerden biri şu; yaban ördekleri kışın zemherisinde suya konduklarında donmamak için nöbetleşe kanat vururlarmış…
An(ı)kara Garı önünde… Bazı arkadaşlarımızla birlikte biletleri de öldü; bazılarının biletleri yaralandı. Hayal ve hayat bilgisi ödevimiz, ölen ve yaralanan ama tarihen ve siyaseten “yanmayan” o biletlerle yolculuğa devam etmektir…
*Evrensel gazetesinde yayımlanmıştır