Kitap/Düşün/Sanat/ Sayfa Editörü: Erinç BÜYÜKAŞIK

Antakya’yı Uzaktan Düşünmek/SeLman BÜYÜKAŞIK*

*Bu metin yıllar öncesinde kaleme alınmış ve deprem felaketini yaşayan Hatay ve tüm depremzede kentlerimize ve kentlerin hafızasına adanarak yeniden yayımlanmıştır. Antakya! Çiçekler, ağaçlar, çağlayanlar diyarı… Kuzeyinde, yıllardır uzak kaldığım kış aylarında hep mor, gizemli Amanosların dimdik durduğu Antakya!...Ve onların güneydoğusundaki yaşlı, gün görmüş Habib Naccar dağlarına sırtını dayarken, Asi ırmağını tutkuyla kucaklamış şirin, küçük ; ama canlı Antakya!...Türlü din ve soyların mozaiği, uygarlıklar kenti.

Devamını Okuyun
1 dakika okundu

Şebnem İşigüzel ve Dört Yapıtı Üzerine Bir Değerlendirme/Selman BÜYÜKAŞIK

Leyla Erbil, Ayla Kutlu, Adalet Ağaoğlu ve bildiğimiz değerli kadın yazarlarımızın ardından gelen kuşaklar nicelik ve nitelik yönünden edebiyatımıza ciddi katkılar yapıyor. Aklıma ilk gelen adları sayabilirim: Mine Söğüt, Latife Tekin, Ayşegül Devecioğlu, Hatice Meryem, Melike Uzun, Sema Kaygusuz, Melisa Kesmez, Pelin Buzluk, Gaye Boralığlu, Seray Şahiner, Zeliha İpşir, Sibel K. Türker, Betül Dündar, Melike Uzun, Sine Ergün, Aslı Tohumcu, Aslı Erdoğan, Şebnem İşigüzel… Bunların yapıtlarındaki ana izleklerin başında erkek egemen toplumda kadınların ezilmişliği ve buna karşı itiraz gelir. Yani, ’ jan, jiyan, azadi/ kadın, yaşam özgürlük’ diyorlar.

Devamını Okuyun
4 dakika okundu

VİCDAN YOLCULUĞU BAĞLAMINDA ORHAN KEMAL VE SAİT FAİK ÖYKÜLERİNE DAİR OKUMALAR /ERİNÇ BÜYÜKAŞIK

Tahsin Yücel’in ifadesiyle “kökü kendisinde olan” öykücümüz Sait Faik Abasıyanık’ın kuşağının usta öykü ve romancısı Orhan Kemal’le izdüşümlerini; tarihsel tanıklıklarını ele almaya çalıştığımızda “Küçük insan”ın öyküsü ve “büyük insanlığın” anlatısı çerçevesinde bir paradigmayı ele almak gerekli olacaktır. Benzer tartışmayı aynı dönemde iki ozan Orhan Veli ve Nazım Hikmet ekseninde de yapabilmek mümkündür üstelik.

Devamını Okuyun
4 dakika okundu

Coğrafyanın Yazarı ve Yazarın Coğrafyası: Rıfat Ilgaz Metinlerinin İzinde/Erinç BÜYÜKAŞIK

‘Ben sınıfın şairi Rıfat Ilgaz’ diye başlar bir şiirine Ilgaz. Edebiyat yaşamında öğretmenlik ve yazarlığın ortak bir yaşanmışlıklar toplamı olarak karşımıza çıktığı Rıfat Ilgaz’ın yazar kimliği metinlerinde soluğunu yoğun olarak duyumsatan Cide, Karadeniz coğrafyası, yoksul öğrencilerin ve yoksul eğitimcinin politik duyarlılıklarıyla hissettirmiştir çoğu kez. Bu açıdan Hababam Sınıfı bir sınıf alegorisi değil, Türkiye’nin eğitim açmazlarının ve öğrenciye ve okula toplumsal yergi açısından bakma çabasıdır aynı zamanda. Yazarın Aziz Nesin, Sabahattin Ali ile başlayan Marko Paşa süreci de tam da çok partili hayata geçişin, Demokrat Parti iktidarıyla ortaya çıkan görece özgürlük etkisiyle daha da belirgin bir politik dili taşır yazarın metinlerine.

Devamını Okuyun
2 dakika okundu

BEN VE BİZİN HÂL EKİ "Dil" ve "iktidar"/Erinç BÜYÜKAŞIK

Kavramsal açıdan dili iletişim öznesi işleviyle yaşamımızda temel saydığımız bir gerçek. Değişim süreci, başkalaşım boyutuyla dil tek başına irdelenemeyecek kadar karmaşık bir olgu oluveriyor çoğu kez bizim için. Siyasal gerilimlerde "ana dil" meselesinin neden bu derece öncül olduğu sorunun da yanıtı sanırım burada gizleniyor. İnsanın doğuştan itibaren kendi seçimi olmaktan çıkarak benimsediği "ana dil" çoğu kez bir coğrafyanın siyasal ve kültürel koşullarına bağlı olarak varlığını sürdürüyor. Kültürel bağların bireyin dilini yaratan ana gerekçe olması ailenin de zaten bir devlet aygıtı olarak kültürün taşıyıcısı olduğu gerçeğiyle doğrudan ilişkili.

Devamını Okuyun
2 dakika okundu

RALF ROTHMANN’DAN SARSICI BİR ROMAN: SÜT VE KÖMÜR/Selman Büyükaşık

1953, Schleswig doğumlu Ralf Rothmann’ın gençliği, romanlarının bir kısmına mekân olarak aldığı Ruhr havzasında geçmiş. Ticaret lisesindeki öğrenimini yarım bırakıp duvarcı ustası olarak uzunyıllar çalışmış. Ayrıca matbaacılık, hasta bakıcılık ve aşçılık da yapmış. 1976’dan beri Berlin’de yaşayan Rothmann’a, kendi iş yaşamı zengin malzeme, izlenim ve gözlem olanağı sunmuş. Bunu bu yapıtında da yarattığı karakterlerin aile yaşamından, işçi mahallelerindeki yaşamlardan sezebiliyoruz. Hatta yazarın kendi özel yaşamından izler taşıdığını da.

Devamını Okuyun
3 dakika okundu

“Kristiania’da Yalnız Bir Adam”. /Knut Hamsun’un Açlık Kitabı Üzerine – Enver Karahan

Knut Hamsun ‘’Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği garip şehir Kristiania’da sürttüğüm günlerdeydi…’’ diye başlar kitabına. Yazarın 1890 yılında yayımlanan ilk romanıdır. Yazar olmak için verilen bir mücadelenin anlatımıdır. Açlık, hem kahramanının fiziksel ve ruhsal durumunun derinden etkilenişini anlatan bir roman hem de, açlığı en korkunç şekilde yaşayan bir yazarın öyküsüdür. Roman, Knut Hamsun’nun hayatını anlattığı için ayrıca otobiyografik bir anı niteliği de taşımaktadır.

Devamını Okuyun
3 dakika okundu

ÖLÜ VE YARALI BİLETLERLE YOLCULUK/Sezai Sarıoğlu

Şimdi de mitoloji ile helalleşip modern ulus devlete yolumuzu düşürelim ve yeni bir cümle kuralım: Laiklik, demokrasi, sivil toplum iddiaları ve "demagojileri" bir yana, devletlerin, yeri ve gök dahil bil cümle hakikati ve mecazı temsil ettiğinin varsayıldığı, "yurttaşların" kendilerini buna göre inşa ettiği bir yerel/evrensel model içinde yaşıyoruz. Hal böyle olunca zorun ve korkunun tarihteki rolünü anlamak mümkün! Bir tarihsel model olan her ulus devlet, kendini yeniden üretmek için “modellere” ihtiyaç duyar. “Model davalar”, “model katliamlar”, “model resmi tarih” vb. sistemi koruyup kollamanın ötesinde daha derinde seyreden kurucu öğelerdir. "Zor" ile "korkunun" ruh ikizi olmaları bundandır; biri diğerinin hem nedeni hem de sonucudur… İşkencenin amacı, öldürmekten  hatta bilgi almaktan çok kişiyi özyıkıma uğratıp onursuzlaştırmak ve özgüvenini yitiren kişinin devlete yeniden geçici ve/veya kesin kayıt yaptırmasının zeminini oluşturmaktır. Bu nedenle “çözülmek”, başkalarını ele vermekten çok kişinin kendini ele verip, devlete yeniden kayıt yaptırma ihtimali olan bir hâldir.

Devamını Okuyun
1 dakika okundu

Sanatçının Manzarası/Havva AĞRAL

Psikiyatri ve otoriteleri teker teker saymak istiyorum ki; sanatçının manzarası bilimsel anlamda da karşılığını bulsun. Freud, Weber, Jung ve Lacan. Ve onların adından başka takipçi isimler ve pek çoğu insanı tarif etmeye çalışırken bir bilinç kelimesinden yola çıkıyor. Bilinç üst beyin yani zekanın bir göstergesi. Ancak, asıl buzdağının bilinçaltı, bilimsel tanımıyla bilinç dışı olduğunu söylemek durumdayız. Sanatçının manzarası tam da bu noktada devreye giriyor.

Devamını Okuyun
1 dakika okundu

Dur Bakalım/Gürbüz DEMİR

DUR BAKALIM Pencereden dışarıyı seyrediyordu. Yürüyenler adım adım titrek bir sokakta belirsiz ayak izleri ile ilerliyordu. Nefrete ne kadar yakın olduğunu gördü. Gökyüzünün gözleri sarıdan siyaha, hava griden acı kahveye kayıyordu. Korkarak araladı pencerenin kanadını, son bir hamleyle yağmur sonrası kokuya, güneşin çizgilerinin ıslak ve titrek hafifliğine ve her şeyin çakır keyif gülümsemesine uzatıp ağzını derince bir nefes aldı. Dönerek pencere camındaki yüzüne, neye karar verdin, ne yapmak istiyorsun? diye seslendi. Pencere camının ardındaki üzgün ve endişeli yüzü cevap verdi. Eksikliğini duymuşuz hep, eksikliğe şükretmişiz. Ne elde avuç ne avuçta el üstelik eksiklikten geremediğimiz için göğsümüzü hava bile eksik dolmuş ciğerlerimize dedi. Odanın ortasında volta atmaya başladı. Tekrar yürüdü pencereye doğru. Akşamın alacakaranlığı çökmek üzereydi. Alabildiğine keskin, terk edip gitmeyen bir kötümserlik sarmıştı havayı. Saçak altından bir kuş fırladı gitti. Evle kötümser hava arasında derinden bir dağınıklık fark ettiğini söyledi pencere camındaki yüzü. Usulca halimiz hep mi trajik dedi. Halimiz yüzü dökülmüş bir çocukla yürüyordu. Ve hangi soğuğa yetecekti yorganlar. Evde ve sokakta ısınan yoktu. Gece epeyce ilerlemişti, ayağa kalkıp pencereden dışarıya doğru elindeki kadehi havaya kaldırdı. Şerefe dedi… Şerefin ne garip bir sözcük olduğunu düşündü usulca indirdi elini. Bu mahallede doğdum, bu sokakta çelik çomak, misket ve daha nice oyunları oynayarak büyüdüm. Bu sokak coşkusuyla, tahammülüyle, sevgisiyle hepimizi sarar sarmalardı. Düşmanlık yoktu, dedikodu yoktu, muhbirlik yoktu yalnızca sıcak sözlerimiz vardı üleştiğimiz. Silkerek omzunu olmazlandı bundan böyle şerefe sözcüğü çıkmayacak benim ağzımdan dedi. Pencere camındaki yüzü evet dedi. Devam etti. Sanki herkesin coşkusu, sevgisi, tahammülü rehin alınmış. Çırptırılmış su içerisinde boğulmak üzere. Öfkeli bir hal takınarak camdaki yüze, sırtını dönüp yürüdü odanın içine. Dur bakalım dedi. Evden çıkıp evine yüz metre uzaktaki durağı geçip bir sonraki durağa yürüdü. Kaldırımların dar olması sebebiyle karşıdan iki insan geldiğinde yola iniyor, onları geçtikten sonra kaldırıma tekrar çıkarak ilerliyordu. Önceleri pazar günleri gidip tavla dama okey oynadıkları kahve çoktan kentsel dönüşüm adı altında yağmalanmış, yerine ise çok katlı bir bina yapılmıştı. Cadde sağlı sollu neonlu ışıklarla süslenmiş, şehir ışık ve beton tarlasına dönüşmüştü. Eskiden caddeye çıkıldığında karşılaşılan on insandan en az beşi birbiriyle selamlaşırdı, şimdi ise yüzlerce insan birbiriyle karşılaşıyor ancak kimse kimseyle selamlaşmıyordu. İnsanın insana yabancılaştığı gün gibi ortadaydı. Eskinin sıcak samimi bir o kadarda şamatalı sokağı caddesi yoktu artık. Saat gece yarısına yaklaşmıştı, üşüdüğünü hissetti. Önceleri gittiği kahvenin yerine yapılan çorbacıya gitti oturdu bir masaya tam çorba isteyecekti ki polisler girdi içeri. Polisler genel bir arama için, herkes kimliğini çıkarıp beklesin dedi. Çorbacı dükkânı dikdörtgendi giriş ise boydan boya camdı. Arka taraf mutfaktı karşılıklı uzunca iki duvar boydan boya ayna kaplıydı. Ayna boğazına kadar yüzlerle doluydu. Yüzlerde güz rüzgarı ve soğuğu vardı. Ülkemizde süreğenleşen bu güz, yüzlerde estikçe esiyor aynalarda ses çıkmıyordu. Aynalar mutlu şamatalardan, sıcak komşuluklardan, memleket nasıl güzelleşir muhabbetlerinden çok uzaktı ve kimsenin gülümsemeye nedeni kalmamıştı. Çorbayı içti, hesabı ödedi, ardından dönüp uzun uzun baktı aynadaki yüzlere, dur bakalım dedi…

Devamını Okuyun
1 dakika okundu