3 dakika okundu
RALF ROTHMANN’DAN SARSICI BİR ROMAN: SÜT VE KÖMÜR/Selman Büyükaşık

Giriş:

1953, Schleswig doğumlu Ralf Rothmann’ın gençliği, romanlarının bir kısmına mekân olarak aldığı Ruhr havzasında geçmiş. Ticaret lisesindeki öğrenimini yarım bırakıp duvarcı ustası olarak uzunyıllar çalışmış. Ayrıca matbaacılık, hasta bakıcılık ve aşçılık da yapmış. 1976’dan beri Berlin’de yaşayan Rothmann’a, kendi iş yaşamı zengin malzeme, izlenim ve gözlem olanağı sunmuş. Bunu bu yapıtında da yarattığı karakterlerin aile yaşamından, işçi mahallelerindeki yaşamlardan sezebiliyoruz. Hatta yazarın kendi özel yaşamından izler taşıdığını da.

SÜT VE KÖMÜR

Yazarın Baharda Ölmek (YKY) romanını üç yıl önce okumuş ve bu yapıtı üzerine değerlendirmelerimi da yazmıştım. Bir çiftlikte süt sağıcılığı yapan iki genç, Walter ve Friedrich, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde zorla askere alınırlar. Alman ordusu bozguna uğramış ama teslim olmamakta direnmektedir. Cephe gerisinde görevli Walter bütün bu kaosa, yıkıma, dehşete tanıklık edecek fakat suskunlukla kuşandığı savaş travması onu hayat boyu bırakmayacaktır. Savaşın acı, korkunç gerçeklerini en ince ayrıntılarla anlatan bir savaş romanı. En çarpıcı gerçeklik de bozguna uğramış SS ve ordu askerlerinin tüyler ürperten vahşeti. Yazarın bir başarısı da yenilgiyle bitmekte olan savaşın yarattığı yıkımın, halk kesimi üzerindeki etkisini derin bir gözlem ve gerçeklikle verebilmiş olması. Rothmann’ın çok farklı, keskin bir gerçekçiliği, o bildik duygusallıktan uzak ayrıntıları yakalama ve günlük yaşam kesitlerini verme gücü daha ilk sayfalarda fark ediliyor. Sert, duygusallığa ödün vermeyen ama alttan alta zekice ironik bir dili var. Yapıtın adı, romana konu olan ailenin kırsal alandan, bir çiftlikte süt sağma işinden kente, kömür işçiliğine geçmişliğinin hikâyesini anlatıyor. Dikkat çeken bir nokta da bu Büyük Savaşı anlattığı Baharda Ölmek’te de iki ana karakterin askere alınmadan önceki görevlerinin bir çiftlikte süt sağımcı olmaları. Bu da bize yazarın kendi yaşam öyküsünden izler taşıdığını düşündürür.Bir hayvan çiftliğinde, gübre kokuları içinde hayvan bakımı, süt sağımı kadın ve erkeğin ortak çalışmasını gerektirir. Orada kadın, tırnaklarına oje sürmeyi düşünemez… 

Birahane, meyhane, dans salonu da yoktur. Baba, Schleswig’deki süt sağma taburesini, yeraltındaki yıpratıcı maden işiyle değiştirmiştir. Ama kömür ocağından kömür çıkarmak erkeğin doğal bir görevidir. Kadınsa ev işlerini yapar. İşçi mahallesi de olsa orası bir kenttir. Ama ana karakter Liesel köyden indim şehre görgüsüzlüğünü, yozluğunu yaşayacaktır. Üstüne başına baktığı kadar evin donanımına özen gösterecektir. Tırnakları asla ojesiz olmayacak, aralıksız sigara içecek. Geceleri, hatta gündüz bile meyhane meyhane dolaşacak, ağzında sigara, bira sarhoşu olup kendisini piste atacak, dans etmekten yorulmayacaktır. Kentli olmak, görünmek hırsı ve sonradan görme şımarıklığıyla kocayı sürekli borçlu bırakacaktır. Kocası Walter’ı daha sonra iki oğlunun gözleri önünde Gino adlı İtalyan işçiyle boynuzlayan Elizabeth/ Liesel adındaki kadındır bu. (Ben yine de ona ‘sürtük’ demekten kaçınacağım; başkası Gezi direnişçilerine busıfatı insafsız, izansız yakıştırsa da.) On beş yaşındaki oğlu Simon -bize olayları anlatan- ve küçüğü nörolojik sorunları olan Thomas/ Traska. Roman bu dört kişilik aileyi, komşuları, içinde bulundukları işçi mahallesi ve Ruhr kömür havzasındaki yaşam içinde anlatıyor…

 1960’ların Alman işçi bölgesi… Şu ayrıntı oradaki işçilerin dünyaya bakışını ustaca verir: Baba kaza geçirdiğinde hastanede ana-oğul onu ziyaretteler. Anne, her zamanki gibi serbestliğiyle koğuştaki başka hastaların ilgisini çeker. İçlerinden biri “Kraliçe gibi görünüyorsunuz!” iltifatıyla ona sırnaşır. Yakınlarının hepsini öbür tarafa gönderdiğini övünçle söyler. Bu yaşlı ama yaşına göre hayli dinç olduğu iltifatını Liesel’den duyup gevşeyen hastamızın şu yanıtı unutulabilir mi: “Elbette.” dedi adam. “Umarım ameliyat kötü gitmez. Daha yeni hazır mutfak aldım. Bir de duvardan duvara halı ve perdeler. Böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemeliyim. Nalları dikersem her şey kalacak.” Bu itiraf, buradaki işçilerin çoğundaki yaşam anlayışını, siyasal duyarsızlıklarını vermesi bakımından yakalanmış çok anlamlı bir ayrıntı.

Burada çarpıcı karakter bu köyden kente gelmiş iki oğlan anası, dedik. Her toplumda -doğuda ya da batı- ana imgesine aykırı, kimi şımarık feministleri kızdıracak bir başka anne gerçeğidir. Bencil,yoz, müsrif, gününü gün eden bir anne, bir kadın. Kocanın emeğini acımasızca savurması yetmezmiş gibi, babanın çocuklarına verdiği harçlığı ellerinden alacak, hatta çalacak kadar pişkin bir insan. 

İşte Rothmann bize böyle bir karakteri anlatıyor. Bu anne bize gerçek dışı gelmiyor artık. Onu evi ve mahallesi içinde hiç yadırgatmayan, gerçeğe upuygun olaylar zinciri içinde olağanüstü bir gözlem gücü ve soğukkanlılıkla veriyor. Zaten, onu bize bunları oğlu Simon anlatıyor. Üstelik Traska’ya göre anneye çok daha az öfkeli, hatta fazla anlayışlı denebilecek büyük oğlu. Kuşkusuz, böyle bir anne karakteri kurgulamak hayli cesaret ister günümüzde, hele Almanya’da. Kaldı ki nerdeyse her gün onlarca kadının erkek şiddetine uğradığı, neredeyse her gün bir kadın cinayetinin işlendiği ülkemizde olanları düşünürsek…

Yetmezmiş gibi, bu annenin, kocasını arkadaşı bir İtalyan kömür işçisiyle (Gino) bu çocuklarının, komşularının gözü önünde aşk yaşaması, bu adamla kaçma planları, bunu oğlu Simon’la konuşması ve haliyle kocasından bir iki kez şiddet görmesi bizim romanlarda pek alışık olmadığımız ama şaşırtıcı olmayan bir gerçeklik. Simon meyhanede annesinin ağladığını görünce nedenini sorar. Anne “Bir şey yok! Gözüme duman kaçtı.” der. Ama yaşamından memnun olmadığını, başlarına gelenlerimasaya döker. 

Kocanın kaza geçirmesinden, Traska’nın durumundan, geçirdiği krizlerden ve daha birçok şeyden yakınır. Biraz sonra Simon, kendisinden bir yaş büyük, serseri, isyankâr, ailesinin baş belası Pavel gibi okulu bırakmak istediğini söyleyince kadın çılgına döner, Simon’a yumruk atar: “Aptal köpek. Ya sana bir şey olsa, böyle bir aksilik… Sabahtan akşama kadar çalış didin, her gün, sonra dabu. Biraz olsun mutluluğu hak etmiyor muyuz? Bütün komşular küçümseyerek bakıyor bana. Çok kırıcı Simon. Söyler misin bunu hak edecek ne yaptım. Akıl hastası bir oğul…?” (61)

Bu mutsuz ve zorlu işçi mahallesinde yaşananlar bizi sarsıyor ama hiç şaşırtmıyor. Çünkü anne, baba, dört kişilik aile ve çevresi itiraz edilemez bir gerçekçilikle veriliyor. Ama asıl şaşırtıcı olan bu işçi mahallesi/bölgesindeki yozluk, apolitik yaşam, sınıf bilincinden yoksunluk. Üstelik 1960’lı yıllar,hem de Almanya’da…

Kurgu:

Yukarıdaki özet sayılamayacak açıklamadan sonra kısa -127 sayfa- ama yoğun yapıtın kurgusudikkat çekiyor. Yapıt, yirmi beş yıl sonrasından -yani Simon kırk yaşında- başlıyor. ABD’de bir akademisyendir. Ölüm döşeğindeki kanser hastası annesiyle vedalaşmaya gelmiştir Almanya’ya. Cenazesini kaldırma işlemlerini anlatıyor. Ve birden yirmi beş yıl öncesini seriyor önümüze. Bu romanında da yazar, bölümlere ayırmama tekniğini uygulamış. Ama bu, okur için pek yorucu. Bu kentteki ailesini, komşuları ve günlük yaşantılarını anlatmaya başlar. Yani 25 yıl öncesini. Bunların günlük yaşamlarından unutulmaz sahneler. Kömür işçilerinin zorlu yaşamı. Annenin o hiç bitmeyen bira, sigara içişleri keyfi.

Meyhanelerde geçen sarhoşluk ve dans saatleri. Simon’un okul, arkadaş ilişkileri. Ergenlik döneminin çekingen seks deneyimleri. Ve tekrar âna dönüş, yani yirmi beş yıl sonrasına. Ölümünden bir iki gün önce anneyle yaptığı anlamlı söyleşi. Anne boşanmamış, evlilik böyle sürmüş. Kocasını yanibabayı yitireli bir yıl olmamış. Simi, babasının cenazesine gelememiş. (Bu da anlamlı bir ayrıntı.) Anneyle söyleşisi bir hesaplaşma değil, ona karşı hayli anlayışlı ama hafif sitemlerini sakınmaz. Traska yok ortada. Oysa aynı kentte yaşıyor.Simon, annesini toprağa vermiş, kiralık evdeki eşyaları toparlıyor. Anneye pek öfkeliolmayan Simon’un şu iç sesi anlamlı: ”Ya her şey farklı olsaydı? Görünenin aksine ebeveynlerbirbirini sevseydi, çocukların hatta yetişkinlerin bile asla anlamayacağı bir güç ve tutkuyla? Aklıma geldi, Japoncada ölmek, sessizliğe gitmek demek.”(s.10)

Kardeşini ev telefonundan çağırır. Adam bir türlü gelmez. Nihayet kapıda boy gösterir. Davranışları pek normal değil. Anneye öfkeli bu hastanın şu yakınması unutulmaz: ”Diğer bütün aileler düze çıktı, kendi evlerini aldılar, falan. Biz neden yapamadık? Babam eşek gibiçalıştı, yine de… Bir ara hepimizin yalnızca bir çift ayakkabısı vardı, hatırlıyor musun? Kışınbenimkinin bir teki kanala düştü, o bir yerlerden ödünç para buluncaya kadar günlerce üstüste üç çorap giyerek girmiştim okula. Topallamak zorunda kalmıştım, ayağım burkulmuş da ayakkabıya sığmıyormuş gibi!” Daha bir sürü ürpertici yakınma… “… Ama onun umurunda değildi. Önemli olan dans, Önemli olan İtalyan’la düzüşmek…”(121/22) 

Simon’un “Nasılsın?”sorusuna “İdare eder, merak etme. Engelli kimliğim var.” El sallamadan çekip gider. Roman bu çarpıcı sonla noktalanıyor. 12 Yazar, sözü uzatmama ustalığıyla bir ruhsal durumu, çözümlemeyi de en az sözcükle verebiliyor:       ”Dumanla doldurduğu yeni bir sakız balonunu patlayana dek şişirdi, dudaklarındaki artıkları yalayıp gülümsedi. Birden yabancı bir şey belirdi sesinde, genç güneşlerle aydınlandı ortalık. “Sana bir şey göstereyim mi?”(13)

“Annem gülmedi, sadece baktı ona; ama bakışında o denli yabancı, bir şenlikli bir şey vardı ki ben doğmadan önceki bir dünyaya ait bakışmış gibi geldi bana. Gino çakmağını çaktı, bir an için ortamda açıklanamaz ve bir alevin ağırlığı kadar kavranamaz bir değişiklik sezdim.”(s.36)

Yazarın eklediği Son söz başlıklı metin okura anlamlı bir mesaj gibi geldi bana. Sessizlik Çalışması yapıtının Japoncaya çevrilmesi ve davet üzerine bu ülkeye gelmiştir. İsteği üzerine Başrahipletanışıp zazen vakti meditasyon ritüeline katılır. O tören sırasında lotus duruşu işkencesi çeker. Kusen denen talimatlar eşliğinde. “’Düşünmemeyi düşünmek’ zazeni açıklamak için kullanılan ifadelerden biridir. Özellikle Sôtô okulunda. Herhangi bir zihinsel etkinlikte bulunmadan beden duruşuna ve nefes almaya yoğunlaşmak, her zaman düalist olan aklı yenmek, ‘büyük ruh’a yer açmak için ‘küçük ruh’u yok etmek, Shikânaza…” (s.125) 

Bu korkunç duruş işkencesini bir saate yakın çeken Simon bunun saçmalığını da bize alttan alta sezdirir. Dojo’da çektiği bu saçma ritüel işkencesi ile annenin ve oradaki birçoklarının karşıt, maddeci, sefih yaşamını karşılaştırmamızı ister gibidir. Bunun ortası yok mu? sorusunu sordurdu bana.

Sözün sonu:

Küresel kapitalizmin krizini daha da derinleştiren Ukrayna-Rusya savaşının gündemde olduğu, ülkemizde bu krizin kat kat yaşandığı, iktidarın çaresizlikten iyice vandallaştığı, açlığın, işsizliğin korkunç bir enflasyonla sınandığı şu günlerde, bu kaos ortamında bu kitabı okumak daha da sert, karamsar bir etki bırakıyor okurda, en azından bende. Altmış yıl önce bir işçi bölgesinde yaşayan bir ailedeolup bitenleri anlatan bu romanı siz yine okuyun.