4 dakika okundu
Şebnem İşigüzel ve Dört Yapıtı Üzerine Bir Değerlendirme/Selman BÜYÜKAŞIK

Giriş: Leyla Erbil, Ayla Kutlu, Adalet Ağaoğlu ve bildiğimiz değerli kadın yazarlarımızın ardından gelen kuşaklar nicelik ve nitelik yönünden edebiyatımıza ciddi katkılar yapıyor. Aklıma ilk gelen adları sayabilirim: Mine Söğüt, Latife Tekin, Ayşegül Devecioğlu, Hatice Meryem, Melike Uzun, Sema Kaygusuz, Melisa Kesmez, Pelin Buzluk, Gaye Boralığlu, Seray Şahiner, Zeliha İpşir, Sibel K. Türker, Betül Dündar, Melike Uzun, Sine Ergün, Aslı Tohumcu, Aslı Erdoğan, Şebnem İşigüzel… Bunların yapıtlarındaki ana izleklerin başında erkek egemen toplumda kadınların ezilmişliği ve buna karşı itiraz gelir. Yani, ’ jan, jiyan, azadi/ kadın, yaşam özgürlük’ diyorlar.

Şebnem İşigüzel’i (Doğ:1973) zamanında sadık bir okuru olduğum Radikal gazetesindeki köşe yazılarından anımsarım. Ne yazık ki o yazılarından belleğimde hiçbir iz kalmamış, ama erkek egemen ahlak anlayışına bir itiraz yazılar olduğunu tahmin edebilirim. Birçok ödül almış, yapıtları Avrupa’da ses getirmiş bir yazar. Ama sosyal medya paylaşımlarında bunun tersini gördüm. Çoğu okur, kitabını yarım bıraktığından dem vuruyor.

Bugünlerde okuduğum/uz İstanbullu Amazonlar romanı üzerinde bir değerlendirme yapmadan, daha önce okuduğum iki öykü kitabıyla, epey ses getirmiş romanına ilişkin yeniden bir değerlendirme yapmak gerekti. O nedenle bu yapıtları tekrar okudum. Bellek tazeleyerek daha nesnel değerlendirmek için.

HANENE AY DOĞACAK: Can Yayınları’nın yayımı olan bu baskıda, ki hayli eski, basılış yılı yok! Nasıl olmaz? Yapıtın 1993’te yayımlandığını biliyoruz. Bu ayrıksı, cesur yapıta Yunus Nadi Ödülü verilmesi de beni hayli şaşırtmıştı.

Kadınlar. Fahişelik. Ensest. Erkek şiddeti. Uyuşturucu bağımlısı kadınlar. Zorunlu göçmenlik. Ölüm. Korkunç anılar. Acı sonlar… Böylesine cesur, dobra izlekler. Antropoloji okumuş olmasının ona bu sarsıcı, cesur öyküleri yazmasında katkısı olabileceğini düşündüm. İsyancı feminist duruşunun kapkara edebiyat ürünü. Hep mutsuz, sorunlu, tutunamamış, çeperdeki insanlar, özellikle kadınlar. Onların içsesi, blinçakışı, patlayan çığlığı.

Alkışlanacak bir düş gücü. Yirmi yaşında yayımlamış. Daha ilk öyküyle çarpıyor okuru. Ensest ilişki, ölüseviciliği… Erkek egemen toplumda kadına düşen: fahişelik. 3. öyküde farklı, bir o kadar dü- şündürücü bir konu: Kocası ölünce ikinci evliliğini yapmış bir kadın (cinsel ilişki yok), oğlunu hep yatılı okutmuş. Zamanında hiç ilgilenmemiş ananın, oğluna karşı duyduğu korkunç vicdan ezinci ve ruhsal bunalımı, sanrıları, aykırı düşleri. Oğluyla bir zamanlar gittiği o mağarada sevişme düşü… Okuru rahat- sız ediyor. Dördüncü öykü, daha da açık, pervasız bir ensest (baba-kız) gerçekliği… Son öyküde biri ti- yatrocu mesai arkadaşından, biri terk ettiği sürgün sevgilisinden hamile kalan iki kadın var. ilkinin şid- det sonucu düşük yapmasını, diğerininse ölü bir bebek doğurmasını anlatır. Ustaca kurgulanmış bir metin. Kısacası cesur, bir kadın yazarın kaleminden, düzenin, toplumsal ahlakın yüzüne bir kırbaç gibi inen dokuz öykü.

ÖYKÜMÜ KİM ANLATACAK: Can Yayınları’nda,1994, Everest’te 2001, elimdeki baskı, İletişim’de, 2010’ da yayımlanmış.

Öykülerde gizli, açık yabancı mekânlar çıkıyor karşımıza. Ortak nokta: Kadın kahramanın çocukluğunu anımsaması. Çocukluktan öykü içinde öyküler. Düşgören öyküsü, egzotik bir yerde, ülkede geçen olayları anlatırken kahramanın kendi ülkesinde, çocukluğunda tanık olduğu şiddet rahatsız edecek kadar sert. Öyküler birer kısacık roman, novella sanki. Birden çok olay, öykücük iç içe. Kadın, özgür seks ve şiddet sarmalı. Hem kadın, hem erkek şiddeti üstelik. Terk edilme, mutsuzluk, iletişimsizlik izlekleri… Feminist bakışla bu düzen, dünya düzeni eleştirisi. Çok içe dönük; bireyin, özellikle kadınların, iç dünyasına dönük metinler. Sınırsız bir fantezi. Hanene Ay Doğacak’ta olduğu gibi burada da genelde kadınlar âşık oluyor, erkeklerse kaçıyor. Ve anımsanan geçmiş… hatta bir önceki yaşam! Hep yarım kalmış evlilikler, terk edilme… Ayrılıklar bunca kolay yaşanırken takıntılı bu tek yanlı bağlılıklar insanı düşündürüyor.


Freni boşalmış bir düş gücünün, aşırı güvenin okuru zaman zaman rahatsız eden sansürsüz, hatta porno dili. “İçinde boşalmak” çok kullandığı bir söz. Bu cesarete aşırı bir öfkenin dışavurumu diyelim.

AĞAÇTAKİ KIZ: Yazarın bu yapıtı hayli sıcak bir romandı. Bir genç kızın günlüğü olarak kurgulanması, onun çığlığı, isyanı olarak beni etkilemişti. Sevdiklerini kaybeden ayrıksı bir kızın düzene, topluma, iktidara karşı haklı öfkesi okuru çarpıyor,”Hayatınız sizden başka herkesindir ve siz başkalarının hayatı- na göbekten bağlısınız. Demek istediğim herkes bir başkasının hikâyesidir.”(s.150) diyen bir karakterin bu çığlığının okuru etkilememesi olanaksız. 358 sayfalık bu oylumlu roman yormuyor, ama daha kısa olabilirdi deseniz, hak veririm.

Bu romanı 3. Kez okurken (ilk iki okuma 2017’de) 16 Aralık’ta patlayan bir haber günlerce ülke gündeminde kaldı: Eskişehir’de ana-babası hapiste olup hala-amca ve babaanne yanında kalan üç çocuktan 6 yaşındaki kız çocuğunun açlık, bakımsızlık (ve taciz) nedeniyle öldüğü korkunç haberi bu romandaki gerçekliği büsbütün etkili kılıyor. 17 Aralık: Bugün kadınları kaçırıp seks işçisi olarak çalıştıran on kişilik bir çete haberi düştü ekrana. Benzer bir olay, 1550’de Ermeni kadınlara yapılmış, romanın 273. sayfasında anlatılıyor. Tabii, daha önceki o bomba haber hâlâ gündemdeyken bunlar oluyor. Hani, şu bir tarikat şeyhinin, yıllar önce, 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki müridine dini nikâhla zevce yaptığı haberi. Sağ olsun, BirGün gazetesi yazarı Timur Soykan.


Biliyoruz ki yazar, bu romanını Italo Calvino’nun yıllar önce okuduğumuz Ağaca Tüneyen Baron romanından esinlenmiş. Calvino, bu yapıtını 1957 yılında yazmış. Soylu bir aileden gelen Cosimo, babasına kızıp on iki yaşında ağaca çıkan bir karakterdir. Üçlemesinin ikinci kitabıdır. İlki, İkiye Bölünen Şövalye, sonuncusu Varolmayan Şövalye’dir. Bu esin, yapıtının özgünlüğüne bir halel getirmez. Başarılı bir kurguyla, dramlar yaşamış ailenin üçüncü kuşak bir genç kızı olarak üst üste yaşadığı trav- maları içeriyor. Bu içerikte ülkenin yakın tarihinden devletin derin mühendisliğinin vahşet dolu katli- amları vardır. Babaanne 6-7 Eylül 1955 tarihinde yaşanan ‘öteki kırımı’nda toplu tecavüze uğramıştır. Bu travma ailede, hatta torununda yansımasını bulur. 17 yaşındaki adsız karakterimiz, okuduğu Natre Dame de Sion’da kendi travmasını yaşar. Burs kazanmak amacıyla, katıldığı okuldaki yarışmada romanı beğenilmediği gibi edebiyat öğretmenince sınıfta sürekli eleştirilip aşağılanır.

Ardından Gezi İsyanı’nda yaşadıkları. Sonra katılamadığı Suruç’a, çocuklara oyuncak götüren ekipte olan Derin ve Pembe kankalarını yitirmesi. Duyduğu vicdan azabı. Babaanneyi yitiriş. Gazeteci halanın, anne ve babasının işlerinin bozulması. Yokluk, yoksulluk. Kızımız bu öfkeyle Cihangir’de evlerinden kaçıp Gülhane Parkı’ndaki bir ağaca sığınır. Önce çınara tırmanır, sonra terk edilmiş bir leylek yuvasının bulunduğu defne ağacına yerleşir. “Bu bir özgürlük ve aşk hikâyesidir. İki hasta gencin hikâyesi. Birisi benim.”, ardından “İnsan bir başkasının hikâyesidir. En çok anne ve babasının.” diyen, yakında on sekizine girecek karakter. Ölmeden önce ölmek isteyen bir genç kız. Onu, park duvarının ardındaki otelde çalışan, bellboy dediği çocuk fark eder. Adı Yunus. Ve onunla yaşanan yakınlaşma, aşk. Roman bunların birbirinden ayrılışıyla biter. Adını son sayfada söyleyen (Deniz) karakterimiz bu güzel aşkını da yitirmiştir. Daha anlamlı olan, Yunus’un Ankara’da Barış Yürüyüşü’ne katılacak olması. Orada yaşananları hepimiz biliyoruz ya da belki oradaydık.


Aslında, gerici edebiyat öğretmeninin sürekli eleştirip hırpaladığı romanın, ben bu okuduğumuz metin olduğunu düşündüm. Sosyal medyadaki, facebook’taki terimlerle metin başlıklarını oluşturan yazar bugünkü gençliğin sanal iletişim bağımlılığını sezdirmek istemiş zekice. Diğer yapıtlarında yazarın kimi zaman hayli rahatsız eden o küfürlü, sövgülü dili burada böyle bıçkın, öfkeli bir genç kahramanın ağzında hiç rahatsız etmiyor. Zaten karakterimizin hafifletici nedenleri var. İlkin babaanneden duymuş bu dili, sonra iki okul arkadaşı zeki, alaycı Derin ve Pembe’den.

Burada da kahramanımızın sık sık bilinçakışı, geçmişe, anılara dönüşü, iç sesi var. Tabii, yazarın aforizma, derin felsefe yapma düşkünlüğü karşımıza çıkıyor, ama bunu kahramanına yaptırıyor. Kısacası yakın tarihimizin ve aile yaşamındaki travmaların bir genç kızda yarattığı öfke ve isyanı biz de duyuyoruz okurken. Yabancısı olmadığımız travmalar. Hele bu günlerde.

İSTANBULLU AMAZONLAR 1809/Taht Oyunlarının Kurmaca Oyunlarıyla Dansı

Bu üç yapıtından sonra son romanını üst üste iki kez okudum. Her okumada notlar aldım. Bir tarihsel durumdan, anekdottan böyle bir roman yazmak elbette alkışı hak ediyor. Tabii, romandaki kimi açıklama ve kanıt diye sunulan çoğu belgenin bir kurgu olduğunu unutmazsak. Yazarımızın yeminli bir feminist olduğunu zaten üç yapıtından tanımıştık.

Peki, Esma Sultan kimdir? 17 Temmuz 1778’de doğmuş, 4 Haziran 1848 ölmüş. Babası I. Abdülhamid, Annesi, III. Ahmed’in kızı Ayşe Sineperver. Üvey kardeşi II. Mahmud. Kendisinden iki yaş büyük Şehzade Ahmed ve bir yaş küçük IV. Mustafa, dört yaş küçüğü Fatma Sultan adında üç kardeşi var. Esma on bir yaşındayken baba Abdülhamid ölür. Mustafa henüz on yaşında olduğundan Osmanlı hanedanlığının en büyük erkek üyesi olarak III. Selim tahta çıktı. Kaputanıderya dediği on bir yıl evli kaldığı, çok sevdiği kocası Küçük Hüseyin Paşadır. Kocası ölünce bir daha evlenmemiş. Bütün bu ayaklanmalara tanık, belki bunlarda etkili olmuştur.


Selim’in yaptığı reformlardan rahatsız olan yeniçeriler tekrar kazan kaldırır, Selim’i indirip II. Mahmud’la birlikte hapsederek Mustafa’yı tahta çıkarırlar. 14 ay sonra Surçuk Âyanı Alemdar Mustafa Paşa’nın, Selim’i tekrar tahta çıkarmak için 200 bin kişilik ordusuyla geldiğini duyan yeniçeriler Selim’i boğdururlar. Mahmud’u da öldürmek isterler ama Cevriye Kalfa şehzadeyi dama kaçırınca onu bulamazlar. Alemdarın gelmesiyle padişah olur. Alemdar’ı sadrazam yapar. Sekban-ı Cedid’i kurar. Selim, Nizam-ı Cedid’i kurmuştu. Ve yeniçeri tekrar kazan kaldırır. 15 Kasım 1808’de Alemdar Mustafa Paşa sığındığı mahzende 300 yeniçeriyle birlikte kendini uçurur vd.

Yazara bu romanı yazdıran olay: Art arda isyan eden yeniçeriler bu sefer Mahmud’u indirip IV. Mustafa’yı tekrar tahta çıkarmak istiyordu. O kargaşada II. Mahmud onu öldürtünce şaşkına dönen ve Mahmud’u istemeyen isyancılar saraya girdiklerinde: ”Kerime-i Sultan Abdülhamid Han İsmetlü Esma Sultan’ı isterüz!” diye bağırmışlar (1803). Yazar bu olaydan Esma Sultan’ın altı aylık bir tahta çıkışı öyküsü kurgulamış ve bir itirazcı olarak bize erken feminist, laik, Batılı bir isyancı karakter -Beyhan ve Hatice Sultanlarla- üzerinden böyle bir metin ortaya koymuş. Yazara göre Esma “Ne babası gibi sofu ne zavallı kuzeni gibi tefekkür meraklısı ne de kardeşi gibi aptaldı. Tahtın sahibi gibi korkak, budala ve gösteriş meraklısı değildi.”(s.159) Yazarın kurguladığı Esma, Batı kültürü almış, Platon’u, Shakespeare bilir, Faust okumuş; laik bir kafaya sahip, çok erken bir aydınlanmacı kadın sultan. Ona böyle bir misyon yüklemiş. Resmi tarihe göreyse çok süslü giyinen, çok zengin bir kadındı Küçük Esma Sultan.

Baştaki Fr. Sefire günlüğünden, Eflatun Nuri Tarihi’nden, İng. Elçisi’nin eşi Lady Montagu’nun mektuplarından, Pierre Dolpuech adlı gezginin İstanbul Anıları’ndan yapılan alıntılar tamamen kurmacadır, yazarın sınırsız düş gücünün güzel uydurmalarıdır. Evet, Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) İngiliz yazar. İstanbul’a elçi olarak atanan Edward Wortley Montagu’nun eşi. İki yıl kalmış İstanbul’da. Şark Mektupları (1716) ve İstanbul Mektupları(1718) kitaplarını yazmış. Yazarın zekice anakronik bir kurgu oyunu. 19. sayfadaki dipnot da hayli ilginç: III. Mustafa’nın (1757-1774), Cihangir mahlasıyla yazdığı o ünlü dörtlüğünü hepimiz biliriz: “Yıkılupdur bu cihan, sanma ki bizde düzele/ Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele/ Şimdi ebvab-ı saadetde gezen hep müptezele/ İşimiz kaldı hemen merhamet-i Lemyezel’e.” Bu dizelerin, kızı Beyhan’ın yakutlu baltasıyla birlikte, okunda, zihgirinde (Okçulukta başparmak yüzüğü), sadat (sadak olacak) ile tirkeşinde (okluk) yazılı olduğunu ve Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilendiği bir safsata, kurmaca. Ama 66. sayfadaki dipnotta yer alan bilgi (Ebru Aykut’un tezi) doğru.

Kısacası, yazar kurgu belgelerle bir tarihsel roman yazmak istemiş ama ciddi değil, şaka yollu, alaylı bir dil ve üslupla. Bu da yazar adına bence bir başarı. Yazar bu olayın gerçek olmadığını, düşsel olduğunu aslında birkaç yerde sezdiriyor: “Ökçe altına yazılanı okuyan onun taht bahtı görmüş Esma Sultan’a ait olduğunu anlar, ancak şuna cevap bulamaz: İyi de Osmanlı’da hiçbir zaman bir kadın sultan tahta çıkmadı ki?”(s.95) Tabii, roman boyunca neden bir kadın sultanın tahta çıkmadığı sorgulaması elbette anlamlı ve de haklı.

eki, bu tarihsel bir roman mı? Tarihsel karakter/ler üzerinden zekice kurgulanmış uçuk, feminist bir roman. Osmanlı sarayını, haremi cesaretle gözler önüne seren, bu yönüyle alkışı hak eden bir yapıt. Diğer ayrıntı ve gelişmelerin kurgu olduğunu unutmazsak. Osmanlı’da çöküş döneminin, özellikle 18. yy. sonu ile 19. yy. başı o taht kavgalarını, Saray’daki harem kadınlarının entrikalarını, yaşantısını bir itirazcı kadın gözüyle gerçekçi, dobra anlatmış. Tarihte, önceki Esma Sultan’dan ayırmak için Küçük Esma Sultan adı verilmiş bu kadın üzerinden. (Önceki Esma Sultan 1726- 1788 arasında yaşamış, III. Ahmed’in kızı.)

Yazarımız, kahramanlarının ağzından ya da bir anlatıcı olarak kendisi, sivri laflar, aforizmalar söylemeye düşkündür. Elanlatımlı bir metin olarak bunları hem kahramanına söyletiyor, hem kendisi o halk anlatıcısı üslubuyla sıkça araya girerek söylüyor. Birkaç örnekle yetineceğim: “Koca güzel bir şey olsa adını sümbül koyarlardı.”(28) “Saray bütün iyilikleri unutturur, kin tutmayı öğretir.” (43) “Sarayda hayatta kalan, her yerde hayatta kalır.”(57) “Tarih, kadınları kazımak ya da kötü anlatmak için vardır.”(63) “Sarayda ana kucağı bile güvenli değildi.”(73)”Haz uğruna çirkin şeyler yaptık. Acı yüzünden güzel şeylerden uzak durduk.”(105) ”O kadar geçmişleri vardı ki bugünleri yoktu, geleceklerini kuramıyorlardı.”(107) “Tarih dediğimiz şey inkâr üstüne inkârla yazılırdı. Tarih denilen şey hakikatin sonlanması değil miydi?”(83) Ve anlatıcının hayli cesur bir özlemi.”… Bunu yapmak için keşke hiçbir kadının evliliğe ihtiyacı olmasaydı.”(38)

Roman şu mesajla biter:”Mahvolan, kadın sultanın taht bahtı değil, kadınlığın kaderiydi."

Dil arızaları: Yazarımız önceki yapıtlarında da virgül kullanmamaktan dil yanlışları yapma alışkanlığında. Burada da bu alışkanlığını sürdürmüş:”Hoş, anası patavatsız olana güvenmesi gerektiğini öğütlerdi.” Burada ‘anası’ sözcüğünden sonra ‘,’ konmalıydı. Hemen ardındaki cümle: ”Sözünü esirge- meyen efendisi uğruna canını esirgemezdi.” cümlesinde virgül eksikliği, anlamı tümden değiştirmektedir; ‘esirgemeyen’den sonra bu noktalama konmalıydı. “Bu tahtın kimsesiz kalmasından çok daha iyi.” Bu cümlede ‘Bu’ sözcüğünden sonra virgül koymamak aymazlıktır. 

Okura o günün dilini ‘kalduk, verür idür, şimdü, geldü’ gibi zorlama söyleyişlerle yansıtmaya çalışan yazarımızın ‘detay’ sözcüğünü kullanmasına kızdım:”Sana bunları niye bu kadar detaylı anlatıyorum diye sorma kız kardeşim.”(119) Asıl kızdıran, höykürmek yerine hönkürmek’i kullanması. Yazar, hönkürmek sözcüğünün anlamına zahmet edip baksaydı: Hıçkıra hıçkıra ağlamak. Oysa yazar, bunu höykürmek (Coşarak, bağırarak konuşmak) anlamında kullanmış hem de birçok yerde.

Sözün sonu: Yetenekli, zeki, kıvrak bir dil ve akıcı bir biçeme sahip yazar ayrıksı, genel okuru rahatsız edecek kadar pervasız bir anlatım sahibi, erkek egemen düzen karşıtı bir yazar. Batı’da değerinin farkına varılmış denebilir. Bizdeyse genel okuru ürkütüyor. Bu topluma göre hayli açıksözlü, sert. Her şeye karşın Küçük Esma Sultan’dan böyle bir karakter yaratmasını takdirle karşılarım. Roman boyunca Osmanlı hanedanlığını eleştirisinden, Saray üzerinden kadını bir köle gören erkek egemen anlayışa isyanını haykırmasından elbette rahatsız olacaklar var, çok. Ama onlar zaten bu yapıtı okumaz. 21. yüzyılda her gün bir kadının katledildiği, tekkelerde altı yaşında kızların aşağılık bir dini nikâhla, baba eliyle evlendirildiği bu ülkede bu çığlık bir isyandır. Gönül, laik bir devrim yaşamış bu toplumun bunu sokaklara çıkıp büyük kalabalıklarla itirazını haykırdığı görmek istiyor ama nerede…

Dün, Osmanlı’da vırt zırt kazan kaldıran yeniçeri güruhunun elindeydi devlet. Bugün sokaklarında birbiriyle hesaplaşan uluslararası mafya baronlarının, doğayı katleden, ülkeyi yağmalayan sermaye çetelerinin ve holdingleşen şeriatçı cemaatlerin elinde. Bu karanlık ortamda, siyaset biliminin temellerini atan Fransız yazar, filozof Etienne de La Boetie’nin (1530-1563) Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’indeki şu anekdotuyla bitireyim: ”Zavallı sefil insanlar, akılsız halklar, kötü durumlarında kalmak için direnen ve iyiliklerini göremeyen uluslar! Size böylesine hâkim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir be- deni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip değil. Sizden yalnızca bir farkı var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük.”