*Bu metin yazarın Gogol'un Paltosu isimli kitabında yer almakta ve on küsur yıl öncesinde yapılmış bir İran gezisi ekseninde kaleme alınmıştır.
Yıllar sonra birçok insanın ulaşılmaz, ırak gördüğü yanıbaşımızdaki komşuya yaptığım on günlük gezinin öykülerini yazmak istemiştim. Belleğimde yer alan ipuçlarını, ayrıntıları, izleri belirginleştirmek, yedi yıl önceki gözlemlerimi aktarmak düşüncesiyle gezdiğim bu coğrafyanın rotalarını belirginleştirmeye başlamıştım kafamda: Tebriz, İsfahan, Yezd, Şiraz?. Fars kültürünün binlerce yıllık tarihsel mirasının önemli ölçüde korunduğu, yer yer ortaçağa özgü görüntüler sunan bu coğrafyada zihnimde Hayyam’ı, Sadi’yi, Hafız’ı diri tutarak ilerlemiştim. İran’a sinen şiiri keşfetmekti temel niyetim, şiir, santur, setarın, erkek egemen şeriat ideolojisinin boyunduruğunda ‘kadın’ ve ‘erkek’ olma hallerinin, Şehriyar’ın Heyder Baba’sının, Yezd'de Zerdüştlerin, Aşura törenlerinin, Şia’nın belleğime bu derece yerleşececeğini düşünmemiştim hiç.Uzun bir öyküsü olmuştu kendi adıma bu İran yolculuğunun. İnsan, mekan ve hayat üçgeninde Abbas Kiyarüstemi filmlerini anımsatan gözlemlerimin birçoğu peşin yargıları ardında bırakmış, toplam bir yaşanmışlık halini almıştı. Van’a uçakla varışım, oradan otobüsle Yüksekova’ya ulaşmam, kar ve tipinin etkisiyle uzayan yol, sınır kapısına dört saat gecikmeli ulaşmam, amcamın ve onun iş yerinden Tebrizli dostu Muhammed’in beni İran tarafında bekleyişi, ardı sıra ayaz ve tipinin acımasız soğuğunda Tebriz’e yol alış…Çantamda yeniden okumak, her uğradığım şehirde not olarak zihnimde kayda geçmek için bulundurduğum Semerkant’a dönmüştü düşüncelerim. Sahi Alamut Kalesi bu ülkenin yüksek Elburz Dağı’nın ardına gizlenmemiş miydi?
İran’a dair kafamda oluşan yargıları gözden geçirdim yol boyunca, amcamın kullandığı peykanla iki saati aşan Tebriz’e yol alışımız boyunca. Şeri rejimin kadına yüklediği örtünme zorunluluğu, yolculuğun ileriki rotalarında şaşkınlıkla fark edeceğim toplu taşıma araçlarındaki girişlerin kadın ve erkekler için ayrılmış olması, üniversiteye kadar kız ve erkek çocukların ayrı okullarda okutulması, ülkede süregiden keskin cinsiyet ayrımı zihnimde kaba bir bağnazlık değerlendirmesini de yaratıyordu. Ancak Tebriz, İsfahan, Şiraz’da kadınların göz altlarına yaptıkları makyajların, saç perçemlerini başörtülerinin dışına atmasının ve dişiliklerini bir şekilde vurgulamalarının başka bir farkındalık yarattığı da ayrı bir gerçekti. Yola çıkmadan önce aldığım kimi notları gözden geçirmiştim sınır kapısına yaklaşırken: ‘Besiçlerin, Mollaların, askeri binaların, kadınların fotoğraflarını çekmeyin geziniz boyunca.’ Nikonumun arızalanmasından dolayı basit bir dijital makineyle çıkmıştım yola, belgelemek isteği, mimari, kültürel dokuyu kayda geçme isteğim için çok da yeterli sayılmazdı elimdeki baştan savma makine. Yine de hiç yoktan iyidir, demiştim avunma isteğimle.
Gezi boyunca gözden kaçıramayacağım en temel noktanın yıllar sonra daha kesin bir ifadeyle birçok ülkenin hızlı değişim öykülerine koşut gitmeyen durağanlığın ve hatta ülkede söz konusu geleneksel dokunun ‘derin’lerdeki İran’ı keşif için doğru malzemeler de yarattığının bilincine varmam olmuştu. Geniş, uçsuz bucaksız bir müzeye benziyordu bu ülke; Perslerden, Safevilere, Selçuklu’dan, Şah rejimine dek uzanan geniş, ıssız ve sessiz bir müzeye. Elburz Dağları’nın ardında gözlerimle aradığım Alamut'u, Hasan Sabah ve Fedailerin de bir yerlerden çıkıvereceğini düşlemiştim arabada yükselen santur ve şiire kulak verirken. Anlaşılan İran şiirle yaşıyordu. Hafız ve Sadi'nin türbelerinde onların dizeleriyle karışan dualar bu şiirsel iklimin yoğun izleri olacaktı bu yol öyküsünde.
‘Kar kış kıyamette geldin buralara.’ demişti amcam gülümseyerek peykanı kullanırken. İki saati aşan bekleyişlerinin gerekçelerini sıralamaya başlamıştım ardından. Kar nedeniyle kapanan yollar, bezdiren jandarma kontrollerinin payı büyüktü bu gecikmede. Yüksekova’nın yalçın tepelerinin ardı sıra ilerlerken zihnimde karlı, insansız yükseltiler, araçtan yükselen bir dengbejin hüzünlü sesi, İran içinde yol alırken akraba bir dilin santur ve udla ses bulan başka bir yorumuna yerini bırakmıştı adeta. Çıplak tepelerin karla kaplı görselliği gecenin karanlığıyla lacivert bir sessizliğe bürünmüştü. Yol boyunca aralıksız akan şehit resimleri, 1979’dan sonra kabul edilen ‘Allah’ yazılı İran bayrakları, Hümeyni fotoğraflarıyla devrim kutlamalarının yaklaştığını anlayacaktım Tebriz’e yaklaştığımızda. “Yarın tatil, döviz büfesi bulman zor bu şehirde. En iyisi Tebriz’e dönüşüne kadar yetecek tümeni ben vereyim sana” diyerek seslenmişti beni bir düşten uyandırırcasına Tebriz’e vardığımızda amcam. Alfabenin, dilin, müziğin ve şiirin değiştiği yeni bir coğrafyada paraları da değiştirmek gerekiyordu anlaşılan. Radyodan gelen naif insan sesinin Mevlana’nın dizeleri olduğunu öğreniyordum bu sırada amcamdan. Ömrü boyunca gittiği her ülkenin dilini kolaylıkla öğrenen amcam, Farsçayı da sökmüştü anlaşılan.
Bu kel tepeler, karlı ovalar, birkaç gün sonra İsfahan’a yolculuğumda enlem değişikliği etkisiyle, Basra’ya yaklaşmamla güneşli ve daha yeşil bir iklime dönüşecekti. Tebriz?de Türkçeyle kolaylıkla idare edebildiğim iki günden sonra İngilizce, pandomim ve beden dili, Farsça ve Türkçenin ortak sözcükleriyle iletişim kurmak zorunda kalacağım günleri yaşayacağımı düşünerek yer yer keyifsizleşsem de Tebriz’deki karlı, zaman zaman güneşin yumuşak dokunuşunu da yaşayacağım iki günün keyfini çıkarma kararı almıştım.
İran’daki öyküm boyunca karşıma Türkçe konuşan nice insan çıkmıştı, Tebriz’deyse Azeri Türkçesinin aksan farklarına kolayca alışarak karşımdakilerin çoktan uydu kanalları aracılığıyla nice Türk dizisini her akşam izlediğinin bilinciyle iletişim sürecimin kendi dilimle sıkıntılı gelişmeyeceğini çoktan anlamıştım. Takside, müzede, bazaarda her cümlemin ardından ‘Aşk-Memnu’ gibi izlemediğim diziler üzerine soru yağmurlarıyla karşılaşmaya başlamıştım üstelik. Uydu antenlerinin ülkede yasaklanmış olmasına karşın, her çatıda sıralanmış olması (İran rejimi bir süre sonra çatılardaki uyduların toplatılması kararı almıştı) çok da şaşırtmıyordu beni. Güney Azerbaycan’ın başkentinin bu derece gri tonlara sahip olması, yoğun trafik ve çarpık kentleşmenin bunaltan halleri İran?a dair yüklediğim masalsı anlamları yıkmışsa da bu kentin bazaarında, İlgölü’nde, Mescid’i Kabud’unda(Mavi Cami), Arg-e Tabriz’de şehrin Şehriyar’ın şiirlerinden yansıyan yüzü ve ruhunu yine de keşfedebilmiştim. Azeri Türkçesinin sevecen aksanı, İstanbul’dan gelmiş olmamdan dolayı artan meraklı bakışlar, amcamın “tanış” dediği taksici Amir’in ülkeye dair utangaç serzenişleri arasında Tebriz’in ilk gününü karla karışık bir havada tamamlamak üzereydim. Amir’in bir gün sonra beni Kapadokya’daki peribacalarını çağrıştıran kentin 50 km uzağındaki Kandovan’a götüreceğini öğrenince kentin gri tonlarından çıkıp dağların içine kurulmuş evlerle kurulu bir köye gidecek olmamın sevincini de yaşamıştım.
Kandovan, dağların içine oyulmuş birçoğu metruk evler, kentin kaotik hallerinin dışında sakin, ıssız ve kara gömülmüş küçük bir köydü tanıdığım. Köy çocukları, traktörler, kışın dondurucu soğuğunda buz gibi akan köy çeşmesi, hediyelik eşya satıcıları ve insansız sokaklar… Kandovan’ın ıssızlığını fotoğraf karesine dönüştürmek için makinemle birkaç kare çekiyordum. Muhammed, yazın ana baba günü olur buralar, diyordu köyün ıssızlığına dair gözlerimdeki düş kırıklığını keşfederek. Tebriz’e dönüşümde amcama kentin gri dokusunun nedenini sorma gereği duymuştum. Bunun Şia inancı nedeniyle ülkeye biçilen matem havasından kaynaklandığını söylemişti amcam. Sokağa, yapılara, giyime dek uzanan bir griliğin nedeni Kerbela’daki ulusal acıydı amcamın anlattığına göre, ömür boyu vücutlara, ruhlara sinen bir matem hali gibiydi bu. Tebriz?deki evinde amcamın buzdolabından çıkardığı votkasını bardağa doldururken bende belli belirsiz şaşkınlık oluşuvermişti bu matem hali üzerine konuşurken. Halbuki çok iyi biliyordum molla rejiminde yeraltında her şeyin meşru olduğunu, evlerde yapılan şarapları, gizli mahzenleri. İran?a gelmeden önce okuduklarım bana sokak ve evin ayrı rejimleri yaşadığını söylüyordu zaten. Sabah yani ‘yarın’ Tebriz’deki son gezginlik günüm olacaktı. (Tebriz’deki bu iki gün içinde sabah sözcüğünün Azeri Türkçesinde ‘yarın’ şeklinde kullanıldığını öğrenmiştim, nice yanlış anlamalar sonrasında.) Sabah, amcamın işyerindeki arkadaşı ‘Şehriyar’ın evine götürecekti, avlulu, mütevazi bir ozanın eviyle karşılaşacaktım; küçük bir radyo, yer masası, rahle, kilimler ve nar ve erik ağaçlarıyla çevrili kentin karmaşasının uzağında tek katlı bu evi gezdikten sonra amcamla buluşup Tebriz Otogarı'na yol almıştık. İsfahan’a uzun bir otobüs yolculuğu bekliyordu beni. Tebriz’i ardımda kentin esnaf lokantası sayılabilecek bir lokantasında yediğimiz abguşt, karmaşık ve çilekeş şehir trafiği, Şehriyar’ın şiirleri, Türk dizilerinin müdavimi Tebriz insanıyla anımsayacaktım kuşkusuz. Yolculuk, Semerkant’ta Maolouf’un ‘dünyanın yarısı’ dediği İsfahan’aydı. İsfahan’da Türkiye’deyken iletişim kurduğum Amir'le görüşeceğimi (Bu ülkede karşıma çıkan ikinci Amir olacaktı), onun kılavuzluğunda bu ?masalsı? kenti keşfedeceğimi düşündüm bu uzun yol boyunca. Elimde Şehriyar’ın Kril alfabeli şiirlerine göz gezdiriyordum bir yandan da. Şehriyar’la ardımda bırakmayı düşünmüştüm Tebriz'i:
“Heyder Baba, qarlı dağlar aşanda
Gece kervan yolun azıp çaşanda
Men hardasam, Tehran'da ya Kaşan'da
Uzaxlardan gözüm seçer onları
Hiyal gelip aşıp geçer onları”
Tebriz Otogarı Esenler'i aratmayan bir kargaşaya sahipti. İsfahan'a giden en erken saatteki otobüsü bulmak için amcamın peşinde koştuktan sonra on dakika içinde kalkacak ilk otobüse eşyalarımı yerleştirmiştim çoktan. Amcamın bana dönerek? Bundan sonra kendi başınasın demesi yer yer tedirgin etmişti beni. Bundan sonra Türkçeyle idare edeceğim şehirler yoktu rotamda, İngilizce, pandomim dili ve bildiğim bir iki Farsça sözcüğün imdadıma yetişeceğini ummuştum otobüse bindiğimde. Yolun yirmi saati bulan sür gidinde uyumak olanaksız gibiydi, koltukta debelenmekten başka yapabileceğim tek şeyin elimdeki bir iki kitabı gözden geçirmek, otobüsteki televizyonda yayımlanan Hollywood taklidi yeni dönem İran filmine göz atmak olduğunu düşünmüştüm. Arka koltuktaki orta yaşlı adam merakla elimdeki kitaba bakmak istemişti, ‘İran Gezi Rehberi’. Onun bu merakı kendi başınalığımdan, yolun yavanlaşan gece manzaralarından çıkarmıştı beni. Akıcı bir İngilizceyle Türkiye’densin sanırım, demişti. Otobüsteki herkesin uykuya daldığı saatler boyunca sohbetimiz sürmüş, bir yıl boyunca İstanbul’da ayakkabı imalatçılığı yaptığını, hatta yılda bir defa yolunun Eminönü'ndeki ayakkabıcı dostlarına düştüğünü söylemişti. Farklı tanışıklıklar yolculukların ıssızlığına tahammül etmemi sağlamıştı zaten bu yol öyküsü boyunca. Onun da merhabası imdadıma yetişmişti İsfahan'a yol alırken. Kardeşi, eşi ve iki çocuğuyla otogara yakın yaşıyorlardı, Türkçeyi bir ara öğrenmeye ve çat pat konuşmaya bile başladığını; ancak İran’a dönüşüyle birçok Türkçe sözcüğü unutmaya başladığını söylüyordu yol boyu konuşurken. Yirmi saate yaklaşan uzun yoldaki tek molada içtiğim kaçak çayla kendime gelmiştim, hala gözümden uyku akıyordu. Yarım yamalak bir uykudan sonra Isfahan?a geldiğimizi tabelalardan anlamış, saatin ikiye geldiğini görünce bu saatte şehir merkezine gitmemin pek de mümkün olmadığını düşünmüştüm. Yüzümdeki tedirginliği okuyan Muhammed’in birkaç saat bizim evde misafir olabilirsin, önerisini reddetmem mümkün görünmüyordu. Muhammed’in evi tipik bir İran orta sınıf ailesinin eviydi. Bir saraydan getirildiği hissi veren altın yaldızlı mobilyalar, duvarlar ve yerleri kuşatan halılar, yer yer görkemli yer yer mütevazı bir yalınlığı beraber yaşayan bir evle karşı karşıyaydım. Eşinin, kız kardeşi ve çocuklarının benimle İngilizce konuşmaları, ikram edilen çay, hurma ve kurabiye, uydu televizyonundan izlenen Farsça müzik kanalı, her ayrıntı benim İran'da olduğumu anlatıyordu bana.
Birkaç saat sonra yere kurulan yatakta huzurlu bir uykunun ardından sabahın erken saatlerinde Muhammed'le şehir merkezine doğru yol almış, otele eşyalarımı yerleştirdikten sonra Muhammed’in ayakkabı dükkanına da yakın olan İmam Meydanı’na varmıştık. Dünyanın en büyük meydanlarından biri sayılan bu görkemli alanın çevresini kuşatan Şeyh Lütfullah Camii, küçük bahçeli çayevleri, İmam Camii, Ali Qapı Sarayı mimari dokusu, minyatürleri, işlemeleriyle çoktan büyülemişti beni. Makinemle birkaç kare almayı elzem görmüştüm bu hayranlığım ortasında. Bendeki şaşkınlığı fark eden Muhammed, seni ben ayrılmadan İsfahan'ın en eski çay evine götüreyim, demişti. Birkaç saat sonra Amir'le buluşacaktım aynı meydanda. Çay evinin kilimlerle kaplı, otantik dokusunda enfes bir çay ve yine hurmayla geçirdiğim bir saatin ardından Muhammed?le yollarımızı ayırıp Meydan'daki gezintime devam etmiş, UNESCO tarafından 'Dünya Mirası' kabul edilmiş bu meydandaki insan yüzlerini, üniversiteli kızlar ve oğlanları, çocuklu ailelerin çimlere yayılıp piknik yapmalarını, yoldan geçen siyahlara bürünmüş sakallı Mollaları seyredalmıştım. Meydan?daki çay bahçelerinden birinde beni bulan Amir, İsfahan’ı bensiz keşfettin mi yoksa? diyerek yerleşmişti yanımdaki tabureye. Meydana komşu Bazaar boyunca ilerlerken bazaarın Şah Abbas tarafından yapıldığını, labirent şeklindeki çarşının kubbelerindeki deliklerin doğal bir serinletici olduğunu anlatıyordu bana. Amir'in rehberliğinden duyduğum memnuniyetle gün boyu Si-o Se Pol, Khaju Köprüsü’nü, Zayende Rud Nehri’nin coşkun akışını, İsfahan?ın kitapçılarını tanıma ve görme olanağım olmuştu. Kitapçıda modern İran şiirinin birçok İngilizce baskısını bulmam mümkün olmuştu, Sohrap Sepehri’yi, Fereydon Moshiri’yi tanımam da bu kitapçıya Amir'le girmemizle mümkün olmuştu. Yıllar sonra Moshiri’nin dizelerini İngilizceden çevirmek istemiş, şiirdeki yoğun lirizmi yeniden duyumsayabilmiştim.
“Korkumla keşfetmek yağmuru, keşfetmek otları, uzayan araziyi
ağaçların dallarını yıkamış, arındırmış, temizlemiş yağmuru
Mavi gök ve beyaz bulutun
Yeşil terk edişi gökçe ağacının
Nergisin kokusu, rüzgarın dansı
Öfkeli şarkısı oyuncu kırlangıcın
kendi sığınağındaki yakınlaşması kendinden geçmiş kuşların
Uysalca yaklaşıyor bahar
Şanslısın koca dünya
Şanslısın bahar ve ayrılıklar
Şanslısın yeni yeni açılmış filizler
Şanslısın karanfilin kız evladı-çapkınca gülen
Şanslısın kadehinden taşan şarap
Şanslısın güneş…?”
Amir, direksiyonun başında ülkede yaşadığı içsel sıkıntıyı, baskıyı paylaşma gereği duymuş, bir süre öncesinde Kanada?ya göçmenlik başvurusu yaptığını söylemişti. ‘Kız kardeşimi doğduğundan bu yana kapalı görmekten, üzerimdeki bu molla baskısından bunaldım. Hayatım tekdüze ve susmaktan yoruldum. Nişanlımı bile ardımda bırakıp nefes almak için kaçmalıyım?’ demişti bana. Bu coğrafya zorunlu kaçışları da söz konusu politik baskıdan dolayı beraberinde getirebiliyordu. Amir de kaçacaktı, başka bir ülkede mutlu olamayacağını bile bile hem de. Bir süre önce özgürlük isteyen gencecik üniversitelileri acımasızca asan rejime inancı kalmamıştı anlaşılan bu ülkede yaşayan kimsenin. Birkaç çay evinde art arda çay içtikten sonra beni otele bırakmak için yola çıktığımızda ? Burası İstanbul değil, gece hayatımız yok maalesef? demişti acı bir gülümsemeyle. Ülkenin hüzünlü dokusunda nice insan hikayesinin yattığını anlıyordum artık; santur ve şiir hüznü anlatıyordu insan hikayelerine koşut bir şekilde. Ülkenin gerçeğini bir gezgin olarak çok fazla sorgulamadan yol almalıydım o halde. Semerkant’taki ‘Dünyanın yarısıdır İsfahan’ sözünü aktardığımda yoğunlaşan trafikte gürültüyle bizi sollayan üç dört motosikletli çocuğa gözüm takılmıştı. Her motosiklette üç kişi vardı, yaşları en fazla onlu yaşlardaki bu çocukların bu tehlikeli oyunundan duyduğum tedirginliği fark eden Amir, burası İsfahan, dünyanın yarısı, diyerek gülümsemişti bana.
Diğer gün dört-beş saatlik bir yolculuk ardından Yezd?de olacaktım. Otele doğru yol alırken, beni otogara bırakabileceğini söylemişti Amir diğer gün. Elimdeki Sepehri’nin kitabını gösterip Yezd’e giderken yol boyunca suya, toprağa, rüzgara inanan bu şarin şiirlerini okumamı salık vermişti.
“Ayrılık kokusu var havada;
Yastığım sığırcık kanatlarının şarkısıyla dolu
Yeniden sabah olacak ve
Suyla dolu bir kabın üstüne gelecek?
Gitmeliyim bu gece
Sadece yalnızlık gömleğimin sığacağı valizi alıp gitmeliyim, bu gece?”
Devamı Var...