Giriş
Ahmet Büke’nin öyküleri, özellikle İzmirli okurların ilgisini çeker yıllardır. Çıplak bir dil, kısa cümleler; kıvrak, zaman zaman ironik bir anlatım. Kimileyin sert gerçekçi, kimileyin fantastik hatta groteks bir kurgu, bir dünya. Zekice eğretilemeli cümlelerle okuru sarsar: “Bütün ölülerimi size oturup anlatamam. Bunun yerine sonsuz şimdiyi bırakıyorum. Yeniden başlayabilmek için buna mecburum.” (Kumrunun Gördüğü, Sarı Rüya Defteri öyküsünden, 2010, Can Y.)
Erinç Büyükâşık’ın ‘ Ahmet Büke Öykülerinde İnsan ve Hayat Üzerine’ başlıklı yazısından alıntı yapmak istiyorum: ”… Edebiyatın aslında hayatı değiştirebilir olduğu öngörüsüyle yola çıkan Büke, doğa-insan-hayat üçgenini, taşra-kent gerilimleri ışığında da okura taşır çoğunlukla. Topluma ayar vermeye kalkmayan bir yazarca, ustalıkla yapar bunu üstelik…” “…Karamsarlık yaşamın gerçeği iken yazmanın gerçeği, iyimserlik olarak çıkıverir sayfalar boyunca. Hayatın tepeden tırnağa politik olduğu önermesinden yola çıkan Büke, insanın umutsuzluğu kadar umudunu da taşır metinlerinde…”(Gogol’un Paltosu, Liman Y.)
Bu ilk romanında olduğu gibi, savaş ve onun yarattığı yıkımı, başka öykülerinde de, örneğin Kumrunun Gördüğü kitabında Kötülerin Karası’nda da sorun edinir. Azınlıkları göndermenin suçluluğunu sorgular, savaşın kötülüğünü haykırır, yine hayli uçuk, düşsel bir deli karakterin ağzından. Öyküde bu deliye söylettiği uzun şiir anlamlı. Son dizelerini alıntılıyorum: Herkes bilir ki savaş biter/ Herkes bilir ki iyi çocuklar mağluptur/ Herkes bilir ki kavga değişmez/ Fakir fakirdir, zengin daha zengin/ Bu böylece sürer gider/ Herkes bunu bilir. (s.70)
Bu dizelerin Leonard Cohen’in ünlü şarkısına zekice bir gönderme olduğu kolayca anlaşılıyor. HERKES BİLİYOR (Everbody Knows) şarkısının ilk dizelerini anımsayalım: Herkes biliyor zarların hileli olduğunu/ Herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken/ Herkes biliyor savaşın bittiğini/ Herkes biliyor iyi adamların kaybettiğini…
Ahmet Büke’nin sekiz öykü kitabından Alnı Mavide (2008), Oğuz Atay Öykü Ödülü’nü; Kumrunun Gördüğü (2011) de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmıştı.
DELİ İBRAM DİVANI
Büke’nin dil ve biçemini beğenirim. Güçlü gözlemi, farklı ayrıntıları yakalama yeteneği alkışı hak eder. Öykülerinde gözlemlediğimiz ustalık ve ayrıksı özgünlüğünü burada da ayrımsıyoruz. Tanıdık izini sürebiliyoruz. Yine sokak hayatı, esnaf kesimi- yetmiş, seksen yıl öncesinin-, İzmir’in yoksul yaşa- mının geceleri… Buna Köstence’deki balıkçıların açlıkla, ölümle sınanan zorlu yaşamını ve kırklarda pa- lazlanmaya başlayan sermayenin şaşırtmayan sömürü hırsının yol açtığı yıkım, talan. Bunun yarattığı şiddet! Burada Büke’nin kurgu ustalığı kendini gösteriyor. Öykülerinden tanıdık kedi, köpek ve kuşla- rın bir karakter gibi, bu zorlu insan yaşamı içindeki yeri bizi etkiler, bunlara denizdeki balıkları ekleyelim. Kuşbaz annesinin Osman’a anlattığı büyülü efsaneler ışığında.
Not: Köstence gerçek ama yaşananlar kurmaca, demişti Ahmet Büke. Bu o yıllarda, sivillere yasak askeri bir bölgeydi. Bu kurgu, haliyle Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ndeki Minger Adasını çağrıştırıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun 29. vilayeti olan adayı. O, bütünüyle düşsel bir yer.
Romanda belirleyici olayların DP’nin kuruluş yıllarından iktidara gelişinin ilk yıllarına dek sür- düğünü söyleyebiliriz. Kimi karakterler üzerinden daha eskiye de gidiyor. I. Cihan Harbi’ne, İstiklal Sa- vaşı’na uzanan. II. Dünya Savaşı’na katılmamış olsak da bu savaşın ülkede yarattığı yıkım, açlık, çocuk- luğumuzda büyüklerimizin sıkça anlattığı öykülerden. Büke romanında Ege insanının hem İzmir hem de Köstence’deki açlığını sert bir gerçekçilikle anlatıyor. Yunus kırımına karşı çıkan Balıkçı (Osman’ın babası) ve kader ortağı arkadaşı Demirci Veysi’nin Eczacı Süleyman’ın adamları tarafından katledilmeleri, dahası baba evinin yakılması ve Osman’ın annesi ile ikiz kız kardeşlerinin o evde diri diri yanması toplumdaki insan vahşetinin sayısı çok örneklerinden biridir. Bu kundaklama sırasında ev tutuşunca kapıyı içeriden sürgüleyen annenin (Eczacı Süleyman’ın ifadesine göre), “Açlıkla her gün öleceğimize bir defada yanarak ölelim.” diyerek toplu intiharı seçmesi dehşet verici bir sahne, bir trajik son.
Balıkçı ile Demirci Asım’ın dertleşmesinden şu anekdot çarpıcı:
“Fakirlik çok boynumuzu büktü bizim. Şu Alman Harbi yedi bitirdi milleti. Önce de güllük gülistanlık değildik ama yine bereketi vardı, avımız yeterdi, ekmeğimiz olurdu, masraf nedir bilmezdik. Beş altı senedir duman olduk. İnsanlar kursağına girecek tek lokmayı düşünüyor. Açlık sofuluğu bozarmış.” “Bozar.” dedi Demirci Asım. Yumruğunu sıktı, dizine vurdu.(s.99-100) Bu notları bilgisayara geçirdiğim şu günlerde Elio Vittorini’nin Sicilya Konuşmaları romanını okumaya başladım. (1941’de yayımlanan bu yapıt İtalya’da, güneydeki, özellikle Sicilya’daki yoksulluğu, açlığı anlatıyor o savaş yıllarında.)
Sermayenin devlet eliyle palazlandırıldığı, çok partili sisteme geçtiğimiz yıllar. Bunlardan Zina Mehmet ve torunu Eczacı Süleyman üzerinden bu emek ve doğa sömürüsünün ilk adımlarının atıldığı gelişmeler ve bunun yarattığı korkunç sonuçlar. Devlet-din-sermaye üçgeni ustaca yansıtılmış. Günah sayılan yunus balığı avının müftü fetvasıyla meşrulaştırılması anlamlı. Bugün küresel kapitalizmin ta- şeronu olmuş dinbaz bir iktidarın yirmi yılda bu ülkeyi ne hale getirdiğini ürpererek anımsatması bakı- mından. Neoliberalizmin uzun tarihi bize sermaye kazanımlarının insanlığın ve diğer bütün canlıların kaybı demek olduğunu şu yirmi yılda yaşadıklarımız çok net gösterdi. Bu soyguncu sınıf, insanlığın ortak mirasını temsil edebilme yeteneğini çoktan yitirdi. Rahmi Öğdül haklı: “Objeleri parçalayan ve par- çalarını resim düzleminde yan yana getiren kübizmden çok önce, kapitalizm, yerkürenin bedenlerini parçalayarak yerin yüzeyinde kübik peyzajlar yaratmaya başlamıştı bile. Ve hız kesmeden yaratmaya devam ediyor.”
Teknik-Kurgu
Post-modern roman tekniğinde, olaylar zamandizimsel verilmez pek. Yazar, hafıza/ bellek sıçramaları gereği, olay akışını ân/şimdiden alıp geriye, daha geriye gidererek anlatır, sonra âna döner ve yine çağrışımlar; geriye, geçmişe dönüş… Bu, böyle bir git-gel akışında olaylar sonlanır. Büke de bu teknikle her iki mekân/uzamda, İzmir- Köstence’de geçen birbirini tamamlayan, birbirine bağlı olaylar örgüsünü yetkince kurguluyor.
Romanda metinler üç ana başlık altında ve özgün, özetleyici ara başlıklarla veriliyor:
BOZ: Ayağı Çap Bir Attı zaman: Osman askerde. Yüzbaşının verdiği kumaştan onun İzmir’de kalmış ka-rısı Aynur’a manto dikecek… ve geçmişi anımsayış: Anasının onu İzmir’e, dayısı Yusuf Reis’e Osman’ı teslim edişi… vd. Fırtına, Denizin Altında Boz Bir Akıtmadır Artık: Daha öncesi… Balıkçı baba, anne, ikiz kızları ve Osman. Köstence’de açlık. Günah da olsa zorunlu yunus avcılığı. Köstence’de yaşananlar… Anneyle anıları…
GÖK: Aldı İzmir: ”Leyla Diye Bir Çift Göz”: Anası gittikten sonra Osman ve yalnızlığı…. Aldı Köstence: Deli İbrahim Tarihinde Çökertme Dalyan Şöyle Geçerdi: Deli İbram’a göre çökertme dalyanın yapımı uzun uzun anlatılır. Ve İzmir- Kötence’de ayrı ayrı yaşananlar…
KIZIL: Yedi Yıl Sonra: DP’nin iktidara gelir gelmez Kore’ye asker gönderişi (14 Mayıs 1950)… Üç yıl önce çıraklıktan kalfalığa yükselmiş olan terzi Osman’ın askere gidişi… Dönüş: Askerden dönüş. Kimi ziya- retler… Hey Gidi Koca Yurt: İzmir’de işlerini düzene koyup Köstence’ye gidişi. Deli İbram’ın yardımı ve adada yaşananlar…
Olayların geçtiği yıllarda fonda toplumsal ve siyasal gelişme ve değişmeler biraz puslu. Bu bir roman için eksiklik. DP’nin iktidarının ilk aylarında hevesle Kore’ye asker gönderdiğimiz günlerden, Basmane Garı’ndaki nefis sahne hariç. Romanda iki ayrı yer, mekân var: İzmir ve Uzunada/Köstence. Olaylar bu iki uzamda farklı kişiler, karakterler üzerinden farklı ya da aynı zamanlarda geçiyor. Ana karakterler: Osman, babası (Balıkçı), annesi, ikiz kız kardeşleri; Yusuf Reis -annenin dayısı-, ölümüne se- bep olduğu kankası Yerli Gavur Resul ve o vicdan azabıyla evlat edindiği kızı Leyla, Arap Hanım… Ecza cı Süleyman ve nerdeyse başkarakter Deli İbram…
Öykülerinde de karşımıza çıkan deli karakteri, sanki yazarın kendisidir. Yeşilçam filmlerimizden de tanışık olduğumuz bu akıllı deli karakter okuru yadırgatacak kadar sağduyulu, bilge ve öngörü- lü biri. Önce Yusuf Reis’le Kurtuluş Savaşı’na katılmış. Adanın tarihini de yazmış. En sonunda Köstce’de Terzi Osman’la yaptıkları da hayli fantastik, destansı. Yusuf Reis’in de yaşamöyküsü zaten başlı başına bir roman. (Ve ilginçtir, aynı yıl, Sinop’un Tarzan Kemal’ini anlatan otobiyografik bir roman yayımlandı: Herkes İşinde Gücünde, İlyas Tunç.
Yazarın, adadaki bu deliliğin soyaçekimini açıklamaya çalışırken yaptığı ironik gönderme hayli anlamlı: “… Pedani aklını yitirmiş, meczup olmuş… Buna acıyan dalyancı kızlardan biri onu evine almış ve ‘Bizim akıllımızdansa elin delisi yeğdir.’ diyerek kocası yapmış onu. İşte nesiller boyu gelen Köstence delilerinin kökü bu çekirdek aileye ve onlardan süren soya dayanır. Bu satırların müellifi de dahil olmak üzere Kadırgalı Koyu artığından gelen Köstence delileri gayet huysuz, kavgacı, inatçı ve hikâyecidirler. Hatta hikâye anlatmaktan ziyade hikâye olmayı severler.”(s.81)
“Ege insanının doğayla, tarihle, efsanelerle beslenen hayatı, coğrafyamızın kangren olmuş adaletsizlik, gelir eşitsizliği sorunlarıyla harmanlanıyor, bir ada ve deniz hikâyesi olarak biçimleniyor. İzmir’in de yer yer belirdiği bir dönem romanı olan Deli İbram Divanı, deniz edebiyatımızın klasikleri arasına girmeye aday.” Kitabın arka kapağındaki bu değerlendirme yerinde. Yazar roman boyunca bu açlık, yoksulluk ve adaletsizlikten doğan dramları anlatıyor.
Romanın olay örgüsünde dikkat çeken bir tekniği de, Deli İbram Tarihi ile açıklamaya çalıştığı o mitolojik kahraman Saruca Hatun’ un yaptıkları, yaşadıkları. Yunus balığı avının günah olduğu efsanesindeki yeri. Sonra yaradılış efsanesi ve Yörük başkaldırısı hikâyesi, “Köstence’nin Evveliyatı ya da Deli İbram Tarihi alt başlığında anlatılır. Saruca/Saruhan Hatun ve çetesi, göçebe Türkler metaforu mu? Kör Derviş’in kılavuzluğunda Rum Bacı’yı bulup buraya yerleşmesi. Rum Bacı’nın onları kabul etmesi. Saruhan Hatun ve yanındakiler Ortaasya’dan Anadolu’ya gelen göçebe Türkler mi? Rum Bacı, oradaki Anadolu halkı mı? Hoş bir mitolojik, fantastik hikâye.
Büke denizcilik, balıkçılık mesleğinin, deniz balıkçılığının terimlerini çok güzel öğrenmiş, bu hevesle bütün bildiklerini ortaya koymaya çabalamış, anlattıkları üzerinden. Ama romanda bu mes- leklerle ilgili o kadar çok terime yer vermiş ki sözlüğe başvurmaktan yoruldum. Bu mesleklerle ilgili terimlerin çok azını sıralayacağım: loça (Bununla ilgili deyim: Loçadan kıç üstüne çıkmış. (s.18), flasa, roda etmek, iskota, toykurmak (toy kurmak başka), burgata, piyan yapmak, felenk, iye ( Türk, Altay ve Tatar mitolojilerinde koruyucu ruh, sahip), yeke, el incesi, soluğan, burgata, çökertme dalyan, aynalık, taşçı, erişte…
Romanda bunca terim ve yerel sözcüğe yer verilmiş olması, birkaç yıl önce okuduğum ve üzerine bir değerlendirme yazdığım Koşucular romanını anımsattı. Olga Tokarczuk onlarca farklı terime bilerek yer vermişti. Bunların anlamını bulup yazmak o zaman da beni hayli yormuştu. Anlaşılan, bu da yeni bir trend, eğilim günümüz romancılığında.
Büke çok öykü, olay, efsane örgüsü sığdırmaya çalışırken bazı noktalarda gerçekçiliği sorgula- nacak ilişkiler kurgulamış. Yüzbaşının, karısından gelen mektubu Osman’a okutması. Leyla’nın, Terzi Metin’le ilişkisinin bir fayton gezmesi biçiminde romantikleştirilmesi. Aynur’un asker kocasıyla gitmeyip İzmir’de bir kumaşçı Ermeni’yle (Artidi) yaşaması. Osman’ın askere gitmeden önce Buca’da bir Le- vanten kadınla ilişkisi. Ayrıca, Leyla’yla daha önce duygusal bağını pek fark edemediğimiz Osman’ın, Köstence’de Deli İbram’la yaptıkları inanılmaz işlerden sonra onu almak için İzmir’e dümen kırması… Bunlar mantığı biraz zorluyor. Ama yazarın umut veren bir sonla bitirme amacına bir itirazım olamaz. Yazlız, şu ‘misal’ sözcüğüne düşkünlüğünü yadırgadığımı belirtmeden geçemeyeceğim:“Misal, hangi mahallede var bizim müşteriler?”(90) O günlerde bu sözcüğün böyle kullanımı var mıydı dilimizde?
Ahmet Büke, bu romanın sonunda bize Osman’ın ağzından şu ikilemi sunuyor: Osman, arka- sından (Ecz. Süleyman’ın),“Bakalım Deli İbram’ın Tarihi mi yürüyecek yoksa Eczacı Süleyman’ın düzeni mi sürecek? Göreceğiz!”(s.199) Ne acı ki Eczacı Süleymanların düzeni hep sürdü, hâlâ sürüyor.
İlk baskısı 2021’de olan roman, 3. baskıyı Şubat 2022’de yapmış. Şu pandemi ve ekonomik yı- kım koşullarında ciddi bir ilgi. Gerçekten okundu mu yoksa yazara duyulan o bağlılığın bir sonucu mu, bilemem. İtiraf etmeliyim ki romanın sonu biraz naif geldi bana. Ama her şeye karşın Ahmet Büke iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Bu romanı da özellikle İzmir’in bir dönem romanı olarak üzerinde konuşulmaya değer.
2 Nisan 2022 İZMİR