2 dakika okundu
”Arkadaş Islıkları” Kitabı Üzerine / Enver Karahan

“O yıllar daha on dokuzuna basmış mıydım? Hani şu artık kanun karşısında “reşit” sayıldığı, işlenen suçlardan babanın ananın sorumlu tutulmadığı yıllar… ” diye başlayan romanımız, toplum ve başıboş gençlik sorunlarına, ailedeki dengesizliklere eğilmektedir.

Orhan Kemal’i -Serseri Mayınlar- diye yazdığı iç başlığı isimsiz kahramanımızın avare yıllarının özetidir adeta. Ekmek elden su gölden düşüncesini benimsemiş bir kaç genç ve toplum ahlakına uymayan her türlü davranışı sergilemek gibi bir zorunluluğu bürünmüş serseri mayınlar. Hepimizin kıyısından köşesinden denk geldiğimiz, belki içinde bulunduğumuz, yaşantımız bir döneminde içine çekildiğimiz bu köşe başı buluşmaları ve kulağımızda mutlaka ara ara çınlayan o arkadaş ıslıkları…

“Bütün bunlar ne? Sabahın çok erken saatinde kıçı yamalı pantolonu bacağına, kısa kollu kirli beyaz gömleğini sırtına çek, ev halkının sıkıntıdan vakit bulupta kullanmadığı tozlu ayna karşısında saçlarına bir kaç tarak, haydi sokağa!” (s. 2) “Serseri mayından olan iki yakın arkadaşının köşe başındaki elektrik direği altından ıslıklar… Islıklar, ah bu arkadaş ıslıkları.” (s. 2)

Geçirilen keyifli vakitler, şakalaşmalar, olaylar, dalga geç meler, yer yer kavgalar… Zıtlıkların sarmalında içini hep kemiren bir şeyler olsa da, bir zorunluluk durumu varmışçasına içine çekiliyor olmak başlı başına arkadaş ıslıklarının kuşatılmışlığından sebeptir. Ta ki aşk, kahramanımızı bu kuşatılmışlıktan çekip kendi kuşatılmışlığına alana kadar. Aileler arasındaki gelir uçurumu ve her iki tarafında bu duruma sıcak bakmaması, kızın yaşının reşit olmaması keza kendisinin de ev geçindirecek olgunlukla olmayışı, kulağının bir tarafında hala arkadaş ıslıklarının uğultusunun kalması, işsiz mesleksiz ve toplumun gözünde serseri tabiriyle anılması… Tüm bunlar yine de aşık olduğu kızla beraber yaşama fikrinin önüne geçmemiştir. Ve oradan oraya sürüklenişler, hep bir yerlerde tutunma çabaları ve sığıntı gibi kaldıkları birkaç ailenin ucu kendilerine de dokunan yer yer komik yer yer çetin kavgalara sonuçlanan halleri.


“Onu dinlerken ben de kendiminkinleri düşünüyordum. Daha çok da arkadaşlarımı. Sabah sabah ıslıklarla çağırırlar. Çıkardım. Dalga geçerdik birbirimize. Sokaklarda kaçmalar, kovalamalar. Yakalayıp yada yakalanarak alt alta üst üste boğuşmalar parke taşları üzerinde. Şimdi artık her şey değişmişti. Ne arkadaşlarım vardı, ne de arkadaşlarımın ıslıkları! Özlemiştim bayağı arkadaş ıslıklarını… ” (s. 46)

Uzun diyaloglar halinde yazılmış bu roman her ne kadar senaryo okuyormuş hissi uyandırsa da sayfa sayfa ilerlediğimizde sanki film izliyormuş hissi uyandırması bence romanın en çarpıcı özelliğidir. Bir anda üçüncü kişi olup bir söz ya da bir davranışla romana müdahil olma ihtiyacı içinde bulunma isteği kaçınılmazdır. Baba dostu olan ve kart horoz olarak tabir ettiği Gaffar Bey’in evinde misafir olması, ardından oradan ayrılıp pısırık Osman’ın evine yerleşmesi izliyordu. Osman’ın eşi ve çocuklarıyla olan ilişkisi romana mizahi bir hava katıyordu. Ayrılıktan önceki son durak ise Hitler hayranı Rasim Bey’in hanesi olmuştu.

Bundan başka evinde tam bir bürokrasi hakimdi. Diyelim ki, çocuklardan birine defter, kalem, lastik gerekti. Ya da ayakkabıları su alıyor. Bunu başka çocuklar gibi babalarına pat diye söyleyemezlermiş. Karım hayretler içinde sormuştu:

 “Ya? Ben eklemiştim: “Herhalde size söylerler siz de…”

Yine zekice kıs kıs gülmüştü.

“Evet ama, buda rastgele olamaz. Kime ne lazımsa önce gayet güzel bir yazıyla tertemiz bir dilekçe yazacak babalarına hitaben….”

Hayretle içindeydim.

“Sonra?” “Sonra bu dilekçeyi amirine yani bir veya iki yaş büyüğüne vermeyecek…”

“Vermeyecek mi?”

Bir kahkahadan sonra:

“Vermeyecek arz edecek!”

İşin iyice suyu çıkmıştı artık

“Demek arz edecek?” 

“Arz edecek, evet. Amiri amirine, amirin amiri de kendi amirine. Sonunda…”

“Herhalde dilekçe size gelecek”

“Evet bana. Bana ama ben de sayın üstüme her an arz edemem bunu…”

“Ya?” “Akşam yemeğinden sonra, kahvesini sigarasıyla içerken!”

Karım iyice bozulmuştu. Benimse tuhafıma gidiyordu.

“Arz ettiniz sonra?”

“Sonrası, okuyacak. Uygunsa, dairelerde ki gibi bir not düşülür dilekçenin altına. Dilekçe yine geldiği gibi, merdiven basamaklarından inerek sahibine geri dönecek. (S. 119)

Tecrübesizliğin ve gençliğin verdiği bir durumla baş başa kalan genç aşıkların kavgaya tutuşmaları beklenen bir durum olmuştu. “Bırakma beni” yakarışları da kahramanımızın bir kulağını acı acı tırmalarken; hızla, koşarcasına onu çağıran sese doğru yönelmişti. O ses: Arkadaş ıslıklarıydı. Her ne kadar bir müddet arkadaş ve aile özlemini dindiriyor olsa da, yavaş yavaş bir buhrana sürükleniyor olmasına engel olamıyordu. Bir yanını özlemiyle yanıp tutuştuğu arkadaşları doldursa da, diğer yanı büyük bir boşluktu ve gittikçe de büyüyordu. Boşluk onu kovaladıkça o kaçıyordu. Ve boşluktan yükselen o ses artık ona rahat vermiyordu: “Bırakma beni!”

“Epeyce sarhoştum ama, sarhoşluğumun sigara kokulu tülleri arasında o vardı, dizlerime sarılıp onu bırakmamamı yalvaran! Yalvarıyordu içimde. Bakıyordu, sadece bakıyordu. Ağlamıyor, kızmıyordu da. Bakıyordu sadece.” Hayır, geri dönmeyeceğim!” demiyor, diyemiyor, utanıyordum ondan. Utanmasam da diyemeyecektim. Biliyordum ki yıllarca gitmesem beni bekleyecektir, hem de kafesindeki kuş gibi. Öyle geliyordu bana. Ayaklarımın önüne o diz çökmüştü, bacaklarıma o sarılmış, boynunu büküp o yalvarmış, o, “Gitme, beni bırakıp gitme, n’olursun!” demişti. Beklerdi beni, beklemek zorundaydı. Benden başka sevilebilecek erkek olabilir miydi bu yeryüzünde?” (s. 131)

Hastalanma, yataklara düşme, aile içindeki öfkeli tavırları ve arkadaşlardan yavaş yavaş kendini geri çekme. Ve kahramanımızın içinde büyük bir korku yerleşip oturmuştu bile. “Ya kötü yola düştüyse!” Hiç bir yerde yoktu, adeta yok olmuştu. Ve bu durumun yaşattığı vicdan azabıyla kafasında kurguladığı hikaye, romanın içinde ayrı bir bölüm olarak sunuluyordu bize. Artık bir dönüşüm içindeydi. Önce ruhunda yaşıyordu bunu. Haksızlık ettiğini, toyca davrandığını, ve kızın başına gelebilecek her şeyden mesul olduğunu düşünüyor, Don Juan’lıkdan arınıp, vicdan azabı çeken bir genç olarak satırlarda yer buluyordu.Tabi, en büyük değişimi de İlyas ustayla tanıştıktan sonra yaşıyordu. İlyas usta, sosyalist, aydın fikirli ve okur bir insandı. Ve sözleriyle kahramanımıza öyle bir dokunuyordu ki, artık o serseri mayınlı günleri silip atıveriyordu zihninden.

“Yolda ” işi tıkırında” diye homurdandı. “Karı çalışır, kızlar çalışır, kahve çalışır. O da yer, içer, dünyaya sarhoş gözlerle bakar. Üstelik güya sıkıntı ilacıyla can sıkıntısını savuşturur insanların…”Durdu. “İşi öylesine tıkırında ki, adamın insanlığa ihtiyacı yok.”Yürüdü.“Sevmiyorum böyle insanları. Bir de bundan sonra bu kahvede oturalım, diyorsun. Git, otur kendin, kana kana. Benden paso!” Bir sokak bir sokak daha. Caddeye çıkarken yine durdu. Beni ille konuşturmak mı istiyordu? ” Yoksa anlatmak istediğini kavrayamadığım için kavratmaya mı çalışıyordu?Yine durdu. “Aylardır evinin kirasını veremediğin için mi sıkılıyorsun? Çocuğun mu hasta? Kış bastırdı, odun kömür mü alamadın? İşsizsin de ondan mı rengin Mosmor? Vız gelir. Dayar sıkıntı ilacını. Her şeyin bir zamanı var. Sıkıntı ilacı, armonik… Toplumsal meselelerin çözümüne yetseydi, bütün geri kalmış ülkeler, ileri ülkelerin sıkıntı içindeki emekçileri şarap içer, armonik çalarlardı meselelerini çözümlemek için! “

Bir gün yolda karşılaşma anı gelip çatıştı. İki toy, iki tecrübesiz aşık karşılaştıklarında birbirlerini hala sevdiklerini söyleseler de, artık çok şey değişmişti. Hem kendileri değişmiş hem de hayat değişmişti. Kahramanımız artık eski serseri mayınlı günlerinden uzak, aklı başında bir genç olmuştu. Kızımız ise evlenmiş ve karnı burnunda bir anne adayıydı. Bu son sayfada bir burukluk, bir acı, bir tereddütlü hal hakimdi. Çok kısa bir karşılaşma zamanı, kısa ve net diyaloglar… Sanki yazarımız olması gereken bu, demek istermiş gibiydi. Soğuk bir rüzgar esip aralarından hızla geçivermişti. Arkadaş ıslıkları mı? Onlar çoktan sessizliğe bürünmüşlerdi…