Edebiyatımızda insanın kendi yol öyküsünü, bireyin içsel macerasını anlatabilme yeteneğinin “Birinci Yeni” olarak adlandırdığımız Garipçiler ve Orhan Veli şiiriyle başladığını söylemek çok da abartılı bir tespit sayılamaz. Orhan Veli’nin “Küçük İnsan”ı anlama ve yorumlama, o küçük insanı aslında kendinde var olan bir sıradan, olağan süre gidiş olarak görme macerasında katettiği şiirsel evrim bu açıdan edebiyat dünyamız adına tartışmasız bir durumdur. Aşklarıyla, kişisel tarihiyle, sevdiği kadınlar, ayyaş halleri belki de vurdumduymaz görüntünün altındaki “anarşist” halet-i ruhiyle oldukça kendinden ve kendince bir şiirsel tarihte söz ediyoruz bu noktada. Şiirindeki humour ve ironinin tam da denk düştüğü, 40’ların keskin siyasal dilinde “kendi” vicdanını koruma güdüsü Orhan Veli’nin bir şair olarak portresinde hem ölüme, hem aşka, hem de hayata aynı sevecenlikle bakış görülebilir bu noktada. “Kitabı Seng-i Mezar”ın şairi şiirin klasik tarihinde her ne kadar ezber bozan olarak varsayılmışsa da kendi kişisel tarihinde “naif” bir hayat algısı ve felsefesini sahiplenebilmiştir hatta. 2015 Ocak tarihinde Varlık’ta yayımlanmış olan “Ölümüm” şiirindeki Orhan Veli’yi de tam da buradan kavramak mümkün hatta.
O sabah alnımda iki ter damlası konuşacak
Yorgun olarak öldüğüme dair
Benim Yeni Sabah’ı bir başkasına verecek gazeteci Yusuf
İskele kahvesinde çayım soğuyacak
İlk vapur yolcuları arasında olmadığımın farkında bile olmıyacaklar
Lâz müezzin hakkımda salâ verecek
İmam bildiğini okuyacak
Bozuk düzen makamından
Hiç Çamlıca’ya kuşbaşı kar yağarken ölünür mü diyen
Yarıdan fazlası abdestsiz cemaatim olacak
Ve hepsi de
İyi biliriz diye yalan söyleyecekler
Ertesi sabah Cumhuriyet’te sülâlem sayılacak
Müessif bir irtihal denmiyecek
Ve nihayet
Başı boş hayatım gibi
Başı boş mezarım da taşsız kalacak.”
1958’de Köprü dergisinde şairin ölümünden sekiz ay sonra ilk defa yayımlanmış olan bu şiirdeki kendi iç dünyasındaki yalnızlığı, açmazları, büyük sancılarına karşın “ben”in ölümle barışıklığını gözden kaçırmak okur için zor olsa gerek. Orhan Veli’nin hayatıyla sanatı ve şiirinin kesişme noktasını tam da sözünü edebileceğimiz “sanatçı” tavrını redderek, kendini varoluşun tüm olağan halleriyle ifşa çabasında görmek mümkün, bu noktada “Rakı şişesinde balık olsam” dizesindeki büyük ironi, tam da bilinçaltında nice gelgitler yaşayan ama bu hallerle barışık, büyük yalnızlıkların “şair”i olabilme gücünde bulabiliriz hatta. Bu noktada aşklarıyla da zaaflarıyla da “insanı” hallerini reddetmeyen, büyük kelimeler ve lafazanlıklara sığınmayan Orhan Veli’yi kendi “samimiyet”ini edebiyata yüklemiş usta kalem olarak görmek haksızlık olmaz. En azından yıllar sonra ahde vefa borcunu bir okur olarak ödememiz bu şekilde mümkün olabilir.
Şairin YKY tarafından yayımlanmış olan Nahit Hanım’a mektupları, tam da kitabın başlığıyla örtüşen söz konusu büyük tutkuyu anlatıyor sanki: Yalnız Seni Arıyorum. Şairin özel tarihini Cemal Süreya’nın “Rönesans gibi kadın” olarak nitelediği Nahit Hanım’a seslenişlerinde bulmak bir hayli olası bu nedenle. Edebiyatçıların dostlar meclisinde yeri vazgeçilmez olan “Nahit Hanım” a Orhan Veli’nin aşkı şu ifadelerde ne kadar gerçek, sahici ve yalın üstelik:
“Nahit, Bir haftadan fazla oluyor. Sana bir mektup yazmıştım. Bugüne kadar cevap alacağımı umuyordum. Yoksa bana susarak mı mukabele ediyorsun. Böyle ise müteessir olacağım. Çünkü senin mektuplarına ne kadar ihtiyacım olduğunu zannederim söylemiştim…” (s. 23)
Şairin “Ben Orhan Veli” şiirinde “Bir de sevgilim vardır, pek muteber; ismini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun.” dediği Nahir Hanım’la söz konusu mektupları bu anlamda içindekilerden başka hayatı olmadığını söyleyen şairin duygu dünyasında sevgilisine yüklediği anlamı da ortaya koyuyor kuşkusuz. Gizli saklı kalmış bu mektupların ortaya çıkışıyla birlikte şairin “âşık” hallerini sadece bir şiirsel yaratı sürecinde kavramamızın mümkün olmadığı, hayatın içinde “Sarıyer”deki mütevazi günlerini önemli kılan kadına “yüreğini” tümüyle açabildiğini, bu günlerin çoğunlukla Nahit Hanım’dan gelecek mektupların bekleyişiyle daha katlanılır olduğunu görebiliyoruz. Kitaptaki mektuplardan 16 Ocak 1947 tarihli olanında şarin şu ifadeleri de bunu kanıtlıyor adeta:
“… Mektubunu uzun yazmakla beni rahatsız edeceğini söylüyorsun. Bu da başka bir haksızlık. Senden bahsedebileceğim insanları görmekten hoşlanışım, seninle beraber olamadığım, seninle konuşamadığım içindir. İstanbul’da tek zevkim senden mektup almak. Bunu da bana çok görme…”(s. 29)
Şairin son aşkı olarak edebiyat dünyasında kabul gören “Nahit Hanım”a kırgınlıklarını, mektup göndermediği için üzüntüsünü sıklıkla yinelediği bu mektuplarda adanmış ve katıksız bir sevginin örnekleri görülüyor. Dönemin edebiyatçılarının sofralarında hayranlık uyandıran, entelektüelliği ve güzelliğiyle birçok yazarın övgüyle, sevgiyle bahsettiği Nahit Hanım, şairin 36 yıllık yaşamında en önemli insan olagelmiş. Sabahattin Ali, Orhan Veli, Arif Damar gibi edebiyatçıların ona ithafen şiirler yazdığını, ömrünü edebiyat öğretmeni olarak Ankara, Edirne, Gelenbevi ve İstanbul’da geçirdiğini, mektupları uzun bir belge araştırmasıyla derleyen Murat Yalçın da ifade ediyor kitabın önsözünde. Sanıyoruz Cemal Süreya’nın da Nahit Hanım’ı ifade ederken “Bir törendir Nahit Hanım’a gitmek…” sözünü kullanması boşa değil bu nedenle. Hatta Nahit Hanım’ın evinin bu yıllarda herkese açık müzikli, tamburlu, sanat ve edebiyat atmosferinin ruhunu tümüyle taşıyan çekim noktası olduğunu da ifade eder Cemal Süreya bu noktada.
Eğitimci Halil Vedat Fıratlı ve şair Arif Damar’la evlilik geçirmiş bu kadının edebiyat tarihinde önemli bir yer üstlenmesi de Cahit Sıtkı’dan Bedri Rahmi’ye birçok şairin yaşam öyküsünde Nahit Hanım’ın ve evindeki sanat ve edebiyatçıları buyur eden sofraların etkisi büyük olmuştur. Orhan Veli’nin “Aşk Resmigeçiti” şiiri Nahit Hanım’a duyduğu güçlü duygu halini de ortaya koymaktadır:
“Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar”
Söz konusu mektupların özlemle beklenen yanıtlar, şairin bekleyişi ve şiirini besleyen güçlü aşkla Orhan Veli’nin poetik dünyasını beslediğini söyleyebiliriz bu noktada. Kuşkusuz büyük aşk ve tutkuların tüm marazi hallerine karşın şair için vazgeçilmez bir besin kaynağı olduğunu da Orhan Veli’nin “aşk” hallerini anlattığı ve kendini şairce “garip”liği içinde tüm yalınlığıyla yansıttığı dizelerinde bulmak mümkün olmuştur. Şiirin ve şairin özel tarihini aşklarıyla, tutku ve yalnızlıklarıyla anlamak mümkündür bu doğrultuda. Müsveddeler halindeki bu mektuplar bu nedenle edebiyat tarihçisi için de günümüz şairleri için de pek muteber bu anlamda.
Kitabın Künyesi: Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum,2015, YKY, İstanbul