Öykünün penceresinden bakalım bu yolculuğa çıkarken. Biraz soluklanalım öncesinde. Romanın o çok katmanlı ve uzun erimli yolculuğunda çok da kısa sürmeyecek bu yolculuk aslında. Belki yaratılan atmosferin içinde sınırlarımızı bilerek uzun yolculuğumuzu özetlemek de mümkün olacak.Çevremizde uzun uzadıya insan kalabalıkları yok. Betimlemeler yerli yerinde, çatışma ustalık isteyen kıvrak bir anlatımla şekillenmiş. Yüzyılların öykü anlatıcılığının dilsel doğallığı sinmiş metne. Çok anlatmaya gerek yok, yerinde anlatabilmek işin becerisi. Uzun uzadıya betimlemeler, ağdalı sözcükler gereksiz bir sis perdesi okur için.Bir tanıma danışmalı önce. TDK sözlüğü diyor ki öykü “Gerçek ya da tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü”dür. Kurmacanın izinde dolaşan öykü yazarı için zihin ayıklanması gereken olaylar çöplüğü o halde. Anlatmak değil sadece öykü, olaylar torbasından bir iki olayı yan yana getirmek değil. Bir o kadar yaşamsal bir dışavurum üstelik. Yaşamın kırılmalarla akıtılmasıdır metne.
Eski hikaye etme derdinden çok daha karmaşık ve bir kadar da sıradanlığın içinden çıkıveren ayıklamacı bir anlatı evrenine sahip öykü. Yeni anlatım olanakları, dil arayışları, yazma eğilimleri peşi sıra gelir. Sait Faik’in İstanbul’undaki “Ben Merkezci” dil gibi benle başlayan bir yolculuktur çoğu kez öykünün tarihi. Çok fazla bizi, büyük önermeleri, büyük davaları ve sloganları sevmez.Kimi zaman gerçeküstücü, düşsel ve simgesel bir dünya çıkıverir okurunun karşısına her öykü okumasında. Aklın kirlendiği bir çağda öykü yazarı da aklın sığ sularından kaçmayı yeğlemiştir kimi zaman. Sait Faik’in İstanbul, Ada,kuşlar, sokaklar arasındaki izlenimleri sezgilere yerini bırakmıştır hatta yazarın son dönem öykülerinde. Zaten bir öykücü için gerçeğin tek bir yansıtılma şekli olamaz. Toplumsal davalarla derdi olmaması, yazarın politik aymazlığı değil bunu yaratan. Öykünün insanla başlayan ve insana dönen, varoluşun çetin dertleriyle kesişen yazarca kavgasından kaynaklanıyor bu durum.
Cinler, periler, Binbir Gece ve Binbir Gündüz hikayelerinin insansızlığı, insan ruhunun anatomisini keşfetme isteğinden oldukça uzak oluşu karşımıza çıkmaz artık Sait Faik’ten sonraki öykümüzde zaten. Bireyin serüvenleridir yeni öykünün serüvenleri bir anlamda. Ne Ömer Seyfettin’in “dinsel” ve “ulusal” coşkunluklarla bezeli, kavmiyetçi metinlerine benzemeli, ne de epik geleneğin “tip”lerden oluşan renksiz dünyasından söz edilebilir çağdaş öykünün dünyasında. Atomu patlatan, savaşlarla kışkırtılan, ölümlerle beslenen yeni bir çağa öfkeyle sorular sorar öykücü varlığına dair. Dünyada yapayalnız insanın anlatmak zorunda olduğu şeylerdir onlar.Benliği kurtaracak düşlerin anlatıcısı olarak kimi zaman yazarın gözleri şehirlerin sokaklarında, evlerin dehlizlerinde gezinir. Kimi zaman da taşranın boğuculuğu, katı değer yargılarıyla hesaplaşır yazar. Kendi beninden doğan bir başkaldırıdır bu. Cemil Kavukçu ve Ahmet Büke metinlerinde yalnızlık taşrayla ilgilidir. Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan’da şehrin içindeki yalnızı keşfederken Büke’nin “Gene Gelirim, “Çigdem Külahı” gibi öyküleri taşranın, küçük kasabaların boğucu çocukluk anılarını anlatır bize.Yalınkat ve güdümlü bir gerçekçilikten söz edemeyiz bu metinlerde. Modernleşme sürecinde arkada kalmış taşranın kentle gerilimi kadar, kentin de kendi gerçeğiyle çatışması girer bu metin dizgesine bugünün öyküsünde.
Sait Faik’teki yalnızlık hali ne kadar kente içkinse Ahmet Büke ve Cemil Kavukçu’daki taşrayla içli dışlıdır. Sıradanın içindeki edebi gizle yola çıkmışlardır üçü de hatta. Üstelik bir hayli kentli bir tür olan öykünün ister taşraya ister kente bakışı hep “modern” yaşamın hızıyla ve algılanışıyla şekillenir. Öyle Bir Hikaye, Az Şekerli gibi Sait Faik öykülerinde karşımıza çıkıveren yazarın kendi kendisiyle bir ölüm kalım savaşına girdiği, kendi hikayesini kurduğu bu öykü dili kısa öykünün iki kalemi Kavukçu ve Büke’de sıradan olanın içindeki gizli ayrıntılara ulaşma niyetiyle benzeşir. Bu da bir çeşit kendi kendisiyle yazarın savaşıdır aslında. Ahmet Büke’nin öykülerinde o karamsarlık ve karanlık tablo tam da taşranın içindeki sıkışmışlıkla ilgilidir, kendi geçmişinin ayrıntılarıyla yazarın girdiği bir savaştır bu. 80 sonrasının eleştirel, çözümleyici ve bir hayli sorgulayıcı anlatım dilinin de izleri vardır Büke ve Kavukçu metinlerinde kuşkusuz. Küçük hayatların kaosa dönen gidişatında küçürek öykülerde serzenişler halindeki kahramanlarla karşılaşırız o durumda. Atay’ın tutunamayanlarının izinden giden bir kuşağın haklı ve bireysel iç hesaplaşmalarıdır bunlar. Sait Faik’in küçük insanları, sıradan ama unutulan ayrıntıları anlatma kaygısına benzer sıradanın içindeki ayrıksıyı keşfetme yolculuğuna çıkmıştır günümüz öykü yazarı sanki. Kavukçu’nun Bursa’nın İnegöl ilçesinden çıkıveren yaşam parçaları ve Ankara’nın boğucu memur hayatlarından yansıyan karanlık tablolarının bir gerekçesi de bu sayılabilir.
Kentin kaotik ortamı, kalabalık yalnızlıklar, bireyin travmatik hikayeleri, taşra kadar kentlerin boğucu iklimi Büke’de de Kavukçu’da da öykünün atmosferini belirler. Sıkılmış insanın hikayeleridir anlatılan. Hatta taşraya sığınır bu nedenle iki yazar da. Ancak taşra da bunaltır iki yazarı. Çocukluk anıları saflığın ve temiz kalmış geçmişin anlatımı olduğu kadar ayrıntılarında bohemleşmeye, yalnızlaşmaya, yozlaşmaya karşı çıkmalarına karşın bu durumdan sıyrılamamış insanlar yer aldığı söylenebilir.
Bireyin yalnızlığıyla çevrelenmiş bir taşradır sözü edilen. Küçük kentlerin ve kasabaların kenar mahallleleri, mutsuzluklarıyla bir yazgıyı yaşayan insan fotoğraflarıdır. Meczuplar, işsizler, unutulmuşların doldurduğu pek de tekin olmayan sokaklardır bunlar. Sait Faik’in İstanbul sokaklarına benzer bir hayli. Kavukçu’nun Tabanca, Patika, Gece gibi öykülerinde yalın, olağan ve hatta sıradanlığıyla akan hayat aslında ayrıntılarıyla çelişkilerin belirlediği insan hallerini anlatır bize. Birey ve benden çıkar öyküler, topluma ulaşır, toplumsal sorunların ve açmazların içinde gezinir ve yine bireye döner bilinçli olarak. Ahmet Büke’nin söylediği “hayat yazılamayacak kadar fena” sözünü anımsatırcasına karamsar bir resimdir bu aslında. Orhan Koçak’ın sözünü ettiği “karanlık bir aydınlanma” hali iki yazar için de söz konusudur. Belki de 50’li yılların Sait Faik metinleri için de söylenebilir bu durum. Çarpık hayatlar çarpık evler ve yalnız yaşamlardır bu metinlerden taşan, ses veren ve hatta çığlık atan. Ahmet Büke metinleri gibi Kavukçu’nun metinleri de bu anlamda korkularıyla, yalnızlıklarıyla, bunalımlarıyla, kirlenmişliğiyle insanı bugünün katı gerçekleri ışığında yansıtır. Sait Faik’in kendi bohemliğinden çıkarak aslında İstanbul’un ne derece kaotik, yozlaşmış ve kişiliksiz hayatlara sahip olduğunu anlattığı bir nice öyküdeki gibi acımasız bir eleştirellik de taşır bu anlatım aslında. Önyargıların, delirme eşiğindeki insanların, anlaşılamamanın, unutulmanın, kirlenme ve yozlaşmanın öyküsel aforizmaları da sayılabilir bu anlamda. Sait Faik’in izinden giden sahici mekanların ve insanların öyküleridir Büke ve Kavukçu’nun öyküleri. Sevgisizlik, iletişimsizlik ve yabancılaşmanın metinleridir herbiri bir anlamda.