“Dünya beni oruspu yaptı, ben de onu bir geneleve çeviriyorum.”
Yaşlı Kadının Ziyareti’nden
Yazımızın ana başlığı olan ve günümüz dünyasının kapitalizm merkezli değerler dizgesi sonucu yaşanan kültürsüzleşme olgusu, aslında başka bir adıyla kimliksizleşmenin zorunlu sonucu olarak, bugünün insanına yeni bir varoluş alanı sunmaktadır. Özellikle sanatın ve yaratıcılık alanlarının sistem içi değerlerle kuşandığı, amaçsız, öğretisiz ve ruhsuz kılındığı bugünün dünyasında, felsefe yeni bir yok oluş felsefesidir. Kapitalizmin tüketim eksenli öğretisinin kuşkusuz sanatın “işlevsiz”, “avangart”,“postmodern” bir yönelim içinde bulunmasıyla çelişki içinde olduğunu varsaysak da temelde bu işlevsizlik aslında kapitalizmin yeni bir dönüştürme görevine aracılık etmektedir. Aydının, yazarın, gazetelerin köşelerini dolduran birçok kalemin sistemin “yeniden” üretilmesine dolayımlı bir yardımı, kalabalığın sorunları toplumsal gündemi dışlayarak ortaya koydukları kolaylıkla fark edilebilir. Üstelik küresel gerçekliğin aslında bir emperyal yağma olduğunu göz göre göre reddedebilecek, bencilleşen bir birey metaforuna sığınabilecek kadar büyük bir körlükle yapabilir bunu. Bu bilinçli bir körleşme sürecidir kuşkusuz. Popülerlik kavramının, çok izlenilirlik ölçütlerinin, tüketim ideolojisiyle belirlendiği ataerkil kültürün devamını savunan yoz ve kendini yineleyen komedi türünün örneklerinin televizyon ekranlarını belirlemesi, festival yapımları olarak sunulan birçok filmin “Yumurta”dan ne çıkacak sorusunun yanıtını müstehzi bir gülümsemeyle oluşturması ve birey, içi tadı kaçmış hesaplaşmaların ötesine gidemeyen darbe ardılı yeni bir sinema kültürünün inşası, müzikal beğenilerin tek tip pop bayağılığına indirgenmesi, kitapların bile okunabilmesinin medyatik çağa bağımlı olması günümüzün temel sorunları arasında görülebilir.
Aslında belleğini yitirmiş, yeni bir kimlik aidiyetinin arayışındaki yeni modern insanın, popüler kültürün ve kapitalist değerlerin çerçevesinde kendisini yeniden var etmesi kaçınılmazdır. Bugünün sanatındaki pop-art yönelimin felsefeci Stuart Hall’un ifade ettiği gibi, kabul edilmiş ve zorunlu bir kimliksizleşme süreci olduğunu söyleyebiliriz. Günümüz tiyatrosunda bu bağlamda Brecht’e, şiirde Nazım Hikmet’e, öyküde ve romanda Steinbeck, Orhan Kemal, Oğuz Atay ve hatta Tanpınar gibi ustalara sırtını dönmüş yeni bir kuşağın ortaya çıkmış olması, adeta başka bir gelenek reddi olarak karşımıza çıkar. Ütopyanın reddi diyebileceğimiz, tarih, sanat ve uygarlığın gelecek tasarımı olmasını olanaksız kılan yabancılaşmış bir kuşağın edebiyatından söz etmekteyiz. Özellikle insan için sanatı reddetmek, kalabalığın içindeki insanı görmezden gelmek, bilinçaltındakine inmek adına bilinçli halleriyle insanı görmemek elbette yeni sanat söyleminin en fazla eleştirilmesi gereken unsurudur. Kuşkusuz savunduğumuz bu anlamda partizanca bir sanat veya politik sanat adı altında “sanat ve özgürlük” ilişkisini reddeden sığ bir sanat yapma ereği veya şabloncu bir gerçekçilik değildir. Bu anlamda Sam Shepard’ın “Aç Sınıfın Laneti”nde, Bertold Brecht’in “Mahagony Şehrinin Yükselişi ve Çöküşü”, yine Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sında, Dürrenmatt’ın “Yaşlı Kadının Ziyareti”nde ve Türk tiyatrosunda Vasıf Öngören<span’in “Oyun Nasıl Oynanmalı” adlı yapıtlarında karşımıza çıkan sanat, ereği tam da günümüzün sanat dilinin yozlaştırıcı unsurlarını yıkabilmekte, kapitalizmin yarattığı körleşmeyi hem insancıl hem de acımasız bir politik dışavurumla seyirciye yansıtabilmektedir. Aslında tiyatro sanatının ötesinde bugünün coğrafyalar üstü sorunları, Ortadoğu politikaları, savaş gerçekliği, çevre felaketleri, kimlikler ve özgürlükler tartışmaları yine kapitalizm dışı insancıl bir söylemle sanatın dünyasında varlığını tematik olarak ortaya koymalıdır. Bu açıdan, elbette sanatsal dilin gerektiğinde en politik söylemi metaforik bir anlamlar dizgesiyle vermesi mümkündür. Ötesinde üretilen her metin ya kendisini yineleyen bir politik nutuk yavanlığında kalacaktır ya da kendisinden başka derdi olmayan bireyci bir lafazanlıkla sanat sosyetesinin görsel şöleni olmaktan kendisini kurtaramayacaktır.
Kuşkusuz sanat ve kültür yaşamına dair öznel sayılabilecek bu değerlendirmemizde sanatsal metin ve toplumsal sorumluluk vurgusunun bir arada yürümesinin, bugün sanat adına üretilen birçok metin için geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Elbette ayrıksı örnekler sert ve muhalif kimlikleriyle kendisini bu kültürel çölde bile vahalaştırabilmektedir. Bunun bir “Zeitgeist” sertliğinde olabilmesi mümkünken “Babil”, “Bir Rüya İçin Ağıt”, “Paramparça Aşklar ve Köpekler” gibi sinema yapımlarının politik vurgusu da bugünün küresel çöplükleri olan ülkelerin yine bugüne dair gerçekliklerine ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.
Günümüz yükselen değerler dünyasının özellikle popüler kültür temasına olabildiğince geniş yer verdiği görülebilmektedir. Egemen politik ve ideolojik yönelimlerin belirlediği kültür ve sanat ortamının görece liberal, özgürlükçü kimliği, dışa vurumu, liberal sol söylemin metne yansıması olarak karşımıza çıktığı (özellikle 90 sonrası) sanat dilinin aynı zamanda bir yozlaşma, körleşme, dilsizleşme alanı da sunduğu ifade edilmelidir. Dilsizliğin dili, görememenin gözü, benin yüceltildiği bir toplumsal yabancılaşmanın sözcülüğü olarak görülebilecek bu dil, kendi seçkin sanat gettolarını tesis eden, küçük burjuvazinin lümpenleştiği savıyla reddettiği yoksul sınıflara öfkeyle baktığı yapay bir kültürel dünyayı ortaya koymaktadır. Artık sinema, edebiyat ve diğer sanatlar içinden çıktığı dünyaya, topluma ve yaşama bir o kadar “Uzak” olmayı tercih etmektedir.
Kuşkusuz 70’lerin politik söyleminin bire bir politik alanla ilişkilendirdiği sanat dilinden farklı olarak, 80’li yılların başlarından itibaren sinemanın, edebiyatın, tiyatro ve diğer sanatların anlatım dilinin bilinçli bir post-yapısalcı yönelim içinde bulunduğu görülmektedir. “Ben”in kurtuluşu, toplumun dışında egolara içkin bir çözüme indirgenmiştir artık. Sanat dili toplumun “yoksul”, “kirli” ve “lümpen” kültürünü, popüler kültürün kitlesel albenisini görece reddederken, sermaye sınıfının yeni seçkinleri olarak sistemin istemleri doğrultusunda yönlendirmektedir. Sanıyorum bu bağlamda Nuri Bilge Ceylan sinemasının bol ödüllü, durağan ve fotoğraf karesinin ötesine geçemeyen benzeri Avrupa sineması, post-yapısalcı örneklerinin bir uyarlaması sayılabilecek bireyci dili, yeni liberal sanatın başka bir doyum aracı haline gelmiş örnekleri olarak somutlaşmaktadır. 80 sanatında başlayan aydının iç hesaplaşması ve toplumsal mücadele alanından kopuşunun meşrulaşması teması, edebiyat dünyasında Orhan Pamuk “tarihini reddeden ve yeni bir tarih algısı yaratan” post-yapısalcı romanıyla karşımıza çıkmaktadır. Mücadele demokrasi ve özgürlük gibi kavramları toplumsal çelişkilerin havuzundan uzaklaştırmıştır. Artık bireye özgü ve bireyle sınırlı mücadeleler dönemidir. Bu anlamda Orhan Pamuk’un oryantalist sayılabilecek roman dili bile, bir o kadar Avrupa’nın doğuya bakışını eleştirmekten uzak ve bir o kadar batıcı, bireycidir. Kuşkusuz Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”, “İklimler” gibi filmlerindeki sinema dilini söylem açısından Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat”, “Masumiyet Müzesi”, “Benim Adım Kırmızı” gibi romanlarındaki söylemden ayrıksı algılamak mümkün değildir. Edebi metnin, sanatsal dilin metaforlarla belirlenmesi, kalabalıkların sanatının ilkel, popüler ve bayağı yaftasından kurtulamaması, bugünün liberal aydınının bilinçli bir ötekileştirme yönelimi sayılmalıdır. Ötekileşirken “öteki” olan kalabalıkların dışında, kendi seçkin sanat algısını yaratması, ayrı bir sanat gettosunun inşası demektir.
Sonuçta bu kolektif paranoyanın, kapitalizmin örgütlediği küresel bir cinnetin karşısında protest bir dilin özgün örnekleriyle sanat alanında da karşılaşmamız da mümkündür. Hem çevre sorunlarının, sistem içi bireye dair travmaların, küresel kapitalizmin yarattığı çevre felaketlerinin kadın, çocuk, eşcinsel hakları gibi ötekileştirilen bireyin sözcülüğünü de yapabilmenin hem de sınıfsal çelişkiler karşısında yanıt üretebilmenin mümkün olduğu yeni bir muhalif sanat ve kültür dili bugün inşa edilebilir. Bugünün Marksizmi, sanata dair yanıt arayışlarında ayrı ayrı havuzlara dağılan balıkların tek bir denizde birleşmesini savunarak, muhalif dilini beslemelidir. Bu elbette yeni bir biz olma duygusuyla inşa edilebilir. Andreas Huyssen’in “Alacakaranlık Anıları” adlı kitabında aktardığı gibi geleceği ideolojisiz ve ütopyasız kılmaya çalışmak, aslında yeni bir korku ütopyasını inşa etmekten başka bir şey olmayacaktır. Bu açıdan sanatın topluma ve kalabalıklara dair de bir düşü, ütopyası var olmak durumdadır. Üstelik bugün batı kapitalizmi işsizliğin, yoksulluğun travmalarını yeniden ve yeniden üretirken, sanatın toplumsal mücadele tarihinden ders çıkarmadan geleceğe bir iz bırakma niyeti içinde olmaması mümkün değildir. Geleceğe ışık tutacak “yaratıcı” bir Marksizm, öykünün, romanın, şiirin, sinemanın ve tiyatronun ötekiye de açtığı kapıda yeni bir çıkış umudu örgütleyecektir. Ötesinde “dramatik”, “ağlamaklı” bir kapitalizm öyküsünü yeniden ve yeniden izlemeye, okumaya ve yazmaya devam edeceğiz.
Bu yazı için bilinçli bir ek: Toplumsal olandan koparılmış, yalnızlaşmış, ruhsuz ve aslında bu açıdan içindeki “toplum”u kaybeden sanat metni “aşk”, “erdem”, “benlik”, “etik” gibi temaları da yitirmeye mahkûmdur. Bu açıdan bireyin iç paranoyası, aslında kapitalizmin yarattığı toplumsal cinnetin ta kendisidir.
*Bu metin yazarın "Gogol'un Paltosu" başlıklı yayımlanmış kitabından alınmıştır.