20. yüzyılın Mayakovski, Lorca, Brecht, Neruda, Aragon gibi yenilikçi, çağdaş şairleri arasında yer alan Nâzım Hikmet; doğmakta olan, ama açıkça fark edilmeyen gerçekliği dile getirmek yoluna bütün bir yaşamını bilinç ve cesaretle koşmuştur. “Ben hem bir tek insana hem milyonlara seslenen şiirler yazmak istiyorum. Bireyselden toplumsala, ulusaldan evrensele bir evrim çizgisinde…” diyen Nâzım Hikmet, şiirde devrimi gerçekleştirmeyi nasıl başarmıştır? Onun şiirinin ruhu saran sıcaklığıyla birlikte devinim yaratan gücünün kaynağı nedir? Nâzım Hikmet’in yeni ve güçlü bir şiiri yapılandırma süreci nasıl işlemiştir? Şiiri etkisini günümüzde nasıl sürdürmektedir?
Nâzım Hikmet’in şiirinin gücü onun çağdaş olanı izlemesinden, deney ve değişimlere açık olmasından, şiirini çağdaş olanın içinde geleceğe yönelerek yapılandırmasından geliyor. Şiirinin gücü onun bütünsel insana yönelmiş olan gerçekçi ve coşkun kişiliğinden, insana ve doğaya yakınlığından, halka olan sevgisinden, hayatı ve insanlığın sürüp giden sorunlarını iyi kavrayışından, memleket sevgisiyle sevdalarını bütünleştirerek aynı kanala yönlendirmesinden geliyor. Şiirinin gücü diyalektik materyalist gerçekçi anlayışı benimsemesinden, dünyanın değiştirilmesi anlamına gelen büyük politikaya katkıda bulunmak zorunda olduğunu kabul edip insanlığın geleceğine inanışından geliyor. Şiirinin gücü, dayandığı Marksist düşünce ve estetik bağlamında toplumsal diyalektiği ve doğanın diyalektiğini şiirine yansıtabilmesinden geliyor. Şiirinin asıl gücü diyalektik materyalist felsefe ve gerçekçi yaklaşımla lirizmi buluşturmasından, dünya görüşünü ve sanat anlayışını aynı potada eritebilmesinden, insana ve güzel bir geleceğe olan inancından geliyor. Şiiriyle açığa çıkan güç; yaşam sevincini ve mücadele gücünü besleyen aynı zamanda onun da dayanma gücünü beslemiş olan, tinselliği ve toplumsallığıyla evrene karışıp karşıtlıklar içinde senteze varmanın sürekliliğini yansıtan diyalektik anlayışın gücüdür. Hayatıyla şiiri de sürekli olarak etkileşim içinde birbirlerini dönüştürüyorlar. Tekrarlardan kaçınmayıp, türler arasında sınır tanımadan şiirin bütün olanaklarından yararlanarak, açık ve doğrudan bir dile yaslanarak dilin söyleyiş gücünü artırması, ritmik bir şiir dili yapılandırması da şiirinin hızla kana karışmasını sağlıyor. Her insanın kalbine giden bir dil yapılandırıyor.
Nâzım Hikmet’in yeni ve güçlü bir şiiri yapılandırma sürecine ana hatlarıyla değinelim isterseniz. 1913-1922 yılları arasında yazdığı ilk şiirler, öykü ya da masal çizgisinde ve eski biçimlidir. Yurt sevgisi, aşk ve doğa temalarını romantizm ve hüzünle işler.
1921’de Anadolu’ya geçtikten ve ardından Moskova’ya gittikten sonra dünya görüşüyle birlikte şiir anlayışı değişiyor, Nâzım Hikmet’in. Tarihe üretim, mülkiyet ve sınıf ilişkileri açısından bakış belirginleşiyor, şiirlerinde. “Sanat yalnızca estetik değil, ideolojik bir işlev de yüklenmeli, eskiye bağlı olmaktan kurtulmalı.” diye düşünüyor. Bağlandığı diyalektik materyalizm ve Rus fütüristlerinin etkisiyle şairane olandan kurtulmak istiyor. Bilindiği gibi fütüristler gerçeği yeniden kurmak amacıyla, sözlüğü, sözdizimini ve ölçüyü yıktılar. Şiirlerinin içeriği ve biçimi de böylece köklü bir değişikliğe uğruyor. 1922’de yayımlanan Meşin Kaplı Kitap adlı şiiri içerik olarak yeni bir anlayışa dayanıyor. “Şair, salt gerçekliği somut biçimde aydınlatmak değil, geleceğin kokusunu duyumlamak olanağına da sahiptir.” diyen Nâzım Hikmet, “Sanat, geleceğin kurulmasına katkıda bulunmalı.” diye düşünüyor (Konuşmalar, 1992). Açların Gözbebekleri ise hem içerik hem biçim açısından yeni. Ve ardından özgür koşuğa yaklaşan, ölçü ile uyağı büsbütün bırakmayan, bir orkestra gibi çok sesli, coşkun, ahenkli ve hareketli şiirler yazıyor: Orkestra, Piyer Loti, Rodos Heykeli, Gövdemdeki Kurt, Makinalaşmak, Ayağa Kalkın Efendiler… Her toplumsal değişimin edebiyatın yapısında da değişiklikler gerektirdiğini düşünüyor. İlk kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü, 1928’de Bakü’de yayımlanıyor. (“Putları Yıkıyoruz” başlığı altında 1929’da Resimli Ay’da yazdığı yazılar edebiyatta bir eski-yeni kavgasını da başlatıyor.) 1929’da 835 Satır, 1929’da masalla destan arası Jokond ile Si-Ya-U, 1930’da Varan 3, ardından 1+1=Bir (Bu kitapta 4 şiir Nâzım Hikmet’in, 3 şiir ise Nail V.’nin) ve 1932’de Gece Gelen Telgraf yayımlanıyor. Ayrıldığı Nüzhet Hanım için yazdığı şiirde artık “Mavi Gözlü Dev” olarak “…Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz / bahçesinde ebruliii / hanımeli / açan ev…” diyor Nâzım Hikmet. 1932’de Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Taranta Babu’ya Mektuplar ve Portreler adlı yapıtları, 1936’da Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı yayımlanıyor.
Mayakovski gibi Nâzım Hikmet’in şiirlerinde de geleceğe yönelik seslenmeler var. Bu seslenişlerde hep umut var, daha güzel bir geleceğin büyük insanlık için umudu var. Lirik ile yergisel olanı birleştirmek ve şiire siyasal dilin sokulması Mayakovski’nin şiiriyle onun şiirinin ortak özellikleri. Fütürist bir bakış açısı geçmişteki değerleri ve gelenekleri bütünüyle reddederek gelecek günlerin tasarlanması bağlanmasında yansıyor, şiirleri ve yazılarına. Nâzım Hikmet’in şiirlerine diyalektik felsefe olgun biçimiyle 1938’de tutuklanışından sonra yansıyor. Felsefesini ve politikasını geliştirirken sanatın halka bir yararı olması gerektiğini düşünüyor, halkın diliyle kendi dilini kaynaştırıyor. “Biz, diyalektik materyalist realist sanatkârlar hayatın, insan ruhunun her cephesini ele almalıyız.” düşüncesiyle içeriği yapılandırıyor. Gelişmeyi karşıtların birliği ve mücadelesi olarak ele alan diyalektik anlayış uyarınca sanatın geliştirilmesine, ileriye doğru dönüştürülmesine çalışırken “1939 İstanbul Tevkifnamesi” notuyla Piraye’ye şöyle sesleniyor: “Sevgilim, / bu ayak sesleri, bu katliamda / hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu, /fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden / güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan /gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman…”
1939’da Memleketimden İnsan Manzaraları adını vereceği yapıta hapishanedeyken başlıyor, Nâzım Hikmet. Kimi tasarılarını Kemal Tahir’e mektuplarında yazıyor. “Kitabı okuyup bitirdiğimiz zaman kafamızda kalmasını arzu ettiğim şey, 941 senesinde, muayyen tarih şartlarıyla gelen bir memleketteki insan mahşerinin, bütün sınıf ve tabakalarıyla durumu hakkında sanat çerçevesi içinde bir hülâsasıdır…” diyor (Kemal Tahir’e Hapishaneden Mektuplar, 1990). 1941’de “Dört Hapishaneden” (İstanbul, Ankara, Çankırı, Bursa) adlı yapıtını ve Kuvâyı Milliye’yi tamamlıyor. Kuvâyı Milliye’de: “…Dümende ve baş altlarında insanlar vardı ki / bunlar / uzun eğri burunlu / ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki / sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin / zaferi için / hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin / bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...” (3. Bap). Ve Nurettin Eşfak diyor ki: “…gelecek günler için / gökten ayet inmedi bize / Onu biz, kendimiz / vaadettik kendimize…” (8. Bap, 1992).
1941’de Sanatta Muhteva başlıklı yazısında, “Hakiki sanat, hayat hakkında yanlış fikirler vermeyen sanattır.” diyor Nâzım Hikmet. “Asrımızı bütün sefalet ve büyüklüğüyle, ölen ve doğan unsurlarıyla anlarsak ve faal olarak asrımızın kavgasına hayat cephesinden iştirak edersek ve kendi asrımızın saadete kavuşacağına inanırsak yaşadık diyebiliriz…” (Peki bizler, yaşadığımız çağda ölen ve doğan unsurları değerlendirerek kültürel bir irade gösterebiliyor ve insanlığın iyi bir geleceği olduğuna inanıyor muyuz?)
1945’te Bursa Cezaevinde “Piraye’ye Rubailer”e başlıyor, Nâzım Hikmet. 1945 yılında Piraye’ye yazdığı bir mektupta, “…Şimdi ‘Piraye’ye Rubailer’ adıyla yeni bir kitaba başladım. 40 tane kadar rubai olacak. Senin aşkına güvenerek şimdiye kadar gerek şark gerekse garp edebiyatında yapılmamış bir şeye, yani rubailerle Diyalektik Materyalizmi vermeye çalışacağım…” diye yazıyor (Nâzım ile Piraye, 1992). 10.rubaide: “Gözlerin, sevgilim gözlerin toprak olacak yarın / bal başka petekleri doldurmaya devam edecek.” diyor Nâzım Hikmet. Saat 21-22 Şiirleri 1965’te, Dört Hapishaneden, Rubailer ve Memleketimden İnsan Manzaraları ancak 1966’da yayımlanabilir. Yatar Bursa Kalesinde adlı yapıtı ise 1929-1935 yılları arasında yazdığı, ama sağlığında yayımlanan kitaplarına almadığı şiirlerle birlikte Nâzım Hikmet Toplu Yapıtları arasında 1988 yılında yayımlandı.
1948 yılında Sen adlı şiirinde Nâzım Hikmet, Münevver Hanım’a şöyle sesleniyor: “Sen esirliğim ve hürriyetimsin, / çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, /sen memleketimsin. // Sen elâ gözlerinde yeşil hareler, / sen büyük, güzel ve muzaffer/ ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin…”
“Barış Uğrundaki Mücadelede Şairin Rolü” (1951) başlıklı konuşmasında Nâzım Hikmet; “Mücadeleci şair insanlığın geleceğine inanır ve bundan dolayı korkunç denemelerden geçse de yazılarında ümitsizlik asla sezilmez,” diyor (“1937-1962”, Yazılar,1992). Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telâkkimde değişmeyen şey işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim,” diyor Nâzım Hikmet (Ekber Babayev’in derleyip düzenlediği konuşma, 14.11.1965). Şiiri; zulme başkaldırırken adalete yapılan çağrıların yanı sıra insan sıcaklığını da taşıyor. “Yaşamak: ümitli bir iştir, sevgilim, / yaşamak: seni sevmek gibi ciddî bir iştir.” diyor. Her şiirinde memleket sevgisi tütüyor, sözgelimi “Vasiyet” (1953) adlı şiirinde: “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/ ve de uyarına gelirse, / tepemde bir de çınar olursa / taş maş da istemez hani…” diyor. Sovyetler Birliği ve yabancı ülkelerde kaleme aldığı yeni şiirlerinde bağımsızlık ve barışı öne çıkarıyor (1952-1958). “Japon Balıkçısı” (1956) adlı şiirini günümüz koşullarında sürmekte olan ve yüzleştiğimiz kaygılarla daha iyi algılamak olanaklı: “…Badem gözlüm, beni unut. / Bu gemi bir kara tabut, / lumbarından giren ölür. / Üstümüzden geçti bulut. /Badem gözlüm, beni unut. / Boynuma sarılma gülüm, / Benden sana geçer ölüm. / Badem gözlüm, beni unut. // Bu gemi bir kara tabut. / Badem gözlüm, beni unut. / Çürük yumurtadan çürük, / benden yapacağın çocuk. /Bu gemi bir kara tabut. / Bu deniz bir ölü deniz. / İnsanlar ey, nerdesiniz? / Nerdesiniz?”
Şiirin; çağdaş toplumun en devrimci ilkelerinden biri olduğunu söyleyen Nâzım Hikmet, son şiirlerinde (1959-1963) savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunurken emperyalizmin sömürü ve baskısına karşı mücadeleye çağırıyor, Afrika’daki “Niyazalant Sömürgesi” şiirinde olduğu gibi. Ulusalla evrenseli birlikte işliyor. Şiirin insanın ruhunu ve insandaki temel değişimleri öğrenmenin en etkin bir aracı olduğunu da söylüyor (Konuşmalar, 1992). 1951’den sonra Moskova’da bir sığınmacı olarak yaşayan Nâzım Hikmet, Sovyet yurttaşlığına 1962’de geçebiliyor. Ve 1963’te Vera’ya yazdığı şiirinde “öldüm” diyor! “Gelsene dedi bana / Kalsana dedi bana / Gülsene dedi bana / Ölsene dedi bana // Geldim / Kaldım / Güldüm / Öldüm.” 1947’de “…Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, / hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / yaşamak yani ağır bastığından.” diyen Nâzım Hikmet, belki de ölümün kendisine yaklaştığını sezerek “öldüm” diyor.
Şiirinin süren etkisi, içeriği hem kendi yaşamı hem de tanığı olduğu tarihsel süreçle bağlantılı olarak etkileşim içinde coşkuyla yapılandırışından ve kurduğu yapı içinde değişmeyeni hisseden/bilen bir birey olarak ustalıkla ifade edişine dayanıyor. Şiirinde düşüncesini, yaşamını, sevdalarını ve mücadelesini tarihsel süreçte etkin olan bir düşünce sistemiyle bütünleşmiş olarak buluyoruz. Geçen yüzyılın sonlarında ve çağımızda somutlaşan önemli değişimlere karşın Nâzım Hikmet şiirleri gelecek güzel günlere inancımızı tazeliyor. 21. yüzyılda nesnel gerçeklikle ve doğayla bağlarımızı koparmadan insanca yaşamı ve üretimi sürdürebilmek için haklarımıza ve dünyadaki geleceğimize sahip çıkmak gerektiğini algılayarak diyoruz ki: “…Güzel günler göreceğiz güneşli günler…”
*15 Ocak 2023 tarihinde Bakırköylü Sanatçılar Derneğinin “Nâzım Hikmet 121 yaşında” başlıklı etkinliğinde yaptığım konuşmanın ana metnidir.
Kaynaklar ve Önerilen Okumalar:
Zühtü Bayar. (1973), Nâzım Hikmet Üzerine, Tel Yayınları, İstanbul.
Nâzım Hikmet. (1976), Kerem Gibi, Özgün Yayın, İstanbul.
Kemal Sülker. (1980), Nâzım Hikmet’in Bilinmeyen İki Şiir Defteri, Yazko, İstanbul.
Nâzım Hikmet. (1987), Memleketimden İnsan Manzaraları, Bilgi Yayınevi, İstanbul.
Asım Bezirci. (1995), Nâzım Hikmet, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.
Emin Karaca. (1999), Nâzım Hikmet’in Aşkları Destek Yayınevi, İstanbul.
Nâzım Hikmet. (1988-1992), Toplu Yapıtları: 26 Kitap, Adam Yayınları, İstanbul. Ekber Babayev. (2002),
Nâzım Hikmet Yaşamı ve Yapıtları, Çev. Ataol Behramoğlu, İnkılap Kitabevi, İstanbul.