*Bu metin daha önce Son Haber sitesinde yer almış ve yazarın isteğiyle yeniden yayımlanmıştır.
Birbirlerine sokularak yürüyen kadınlar, çocuklar ve erkekler, yorgunluktan zorlukla adım atıyorlardı. Bohçalar, valizler, sepetler, sırtlarında ve ellerindeydi. Bir hafta sürmüştü yolculuk.
Kalabalıktan sıyrılıp heyecan içinde mavi peronda birkaç dakika soluklanan, Ali, Garman ve küçük kız, kısa adımlarla etrafa boş boş bakarak yürümelerini sürdürdüler. Acemiydiler. İlk kez trene binmişlerdi.
Güneş parlıyor ama hava rüzgârlı. Gar’ın bekleme salonundaki tahtadan sedire oturdular. Bekliyorlar. Herkes birini bekliyor. Gözler kapılarda. Giren-çıkan insanlar. Dakikalar boşluk içinde hızla ilerliyor. Kız gelip geçen kadınlara merakla bakıyor. Özellikle başı açık ve makyajlı olanları inceliyordu. Kafasında yarattığı hala tiplemesi, başı açık, makyajlı ve öğretmeni gibi elbiseleri olan birisi idi. Yani bir şehirli. Uzun yoldan ve beklemekten iyice yorulan Ali ile Garman aralarında fısıldaşıyorlar. Küçük kız duymuyor.
“Bir an önce gelseler de teslim edip gitsek. ”
Yolculuk sırasındaki neşeleri kaybolmuştu. İkisi de mutsuz görünüyordu. Afyon Garı’nda aldıkları bir çuval elmayı tren hareket edince kompartımanın camından yol boyu yürüyen kadınlara atıp, katıla katıla gülmüşlerdi. Kimisinin beline, kimisinin omzuna, kimisinin kalçasına değen elmalar yerde yuvarlanıyordu. Kadınlar panik içinde trene bakıyor ama elmaların nereden atıldığını göremiyorlardı. Ali ve Garman nişan alıp elmaları attıktan sonra saklanıyorlardı. Küçük kız, bu duruma bir anlam veremiyordu. O, saklanmıyordu. İzliyordu. Bu oyunda onlarla ortaklığı, beraberce katıla katıla gülmekti.
Uzun boylu, kavruk bir dal gibi zayıf, orta yaşlı olmasına rağmen kamburu çıkık, karga burunlu, soluk benizli ve Hitler bıyıklı bir adam soru dolu gözlerle yanlarına yaklaştı. İnce dudaklarını oynatınca, hayaletler gibi ses çıkartıyordu.
“Ben Cafer, Fatma’nın kocasıyım. Kızı almaya geldim. Köyden geldiğiniz o kadar belli ki bir aralık nasıl tanıyacağım kaygısına kapılmıştım. Boşuna kaygılanmışım.”
Garman ile Ali birbirlerinin gözüne bakıp: “Tamam dayı, Sadık Kirve'nin gönderdiği mektubu getirdin mi?..” Adam ceketinin cebinden sararmış bir zarf çıkardı. Ali zarfa baktı içindeki kağıda şöyle bir göz gezdirdi, sonra da geri verdi.
“Anlaşıldı dayı, biz de sizi bekliyorduk. Halâ gelmedi mi?.. ”
“O çalışıyor. ”
Adam, kocaman eliyle küçük kızın minik elini sıkıca tutu; yavaş yavaş yürümeye başladılar.
“Garman iyi ki mektubu sordun. Adamın tipini hiç beğenmedim. Köyden gelmişiz, alnımızı okudu herhalde. "
“Boşver aldırma. Sadık Kirve öyle demişti. Gönderdiği mektubu yanında getirecek, onu gösterirse kızı teslim edin. ”
“Sadık Amcanın durumu da iyi, niye bu kızı gönderdi ki buralara.”
“Ne bileyim, çocukları mı olmuyormuş neymiş. Güya okutacaklarmış. Öyle dedi Sadık Kirvem.” “İyi cesaret, kız çocuğunu buralara kadar gönderip… kardeşin de olsa güvenmek zor arkadaş.” “Ben de olsam göndermem, ama onlarda çocuk çok, ha bir eksik, ha bir fazla diye düşünmüş olabilirler. Evlatlık mı ne yapacaklarmış. Gerçi halanın daha önceki evliliklerinden iki çocuğu var ama doğrusunu ben de bilmiyorum.”
“Neyse artık biz görevimizi yaptık, gerisi onların bileceği iş.”
Küçük kız, arabalara trenlere hayranlıkla bakıyordu. Asıl görmek istediği denizdi. Belki biraz sonra o da önlerine çıkardı. Üzerinde pazenden gelişigüzel dikilmiş mavi siyah benekli twist bir elbise, altında kırmızı çiçekli pijama vardı.
Ayağındaki kara lastiklere bakıp bakıp gülen çocukları görünce şaşırdı. Neden güldüklerini anlayamadı. Çocuklara el sallayıp o da güldü.
Mavi dolmuş tıka basa doluydu. Ayaktaki yolcular oturanlardan daha kalabalıktı. Adamın siyah ceketinin kolundan tutuyordu. Dolmuştan indikten sonra taşlı bir yolu çıkmaya başladılar. Yol dik ve uzundu. Çıktıkça daha da uzuyordu. Ayakları sızlıyordu. Çıkarsa rahatlayacaktı ama bu keskin taşlarda nasıl yürüyecekti. Birşey söylemek istedi. Adamın somurtkan yüzüne bakıp sustu. Konuşamadı. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyordu. Susamıştı. Sonunda dayanamadı : “Çok susadım.”
Adam: “Eve gidince içersin.” Sözcükleri ifade etme biçimi, küçük kızı korkutmuştu, bir daha birşey istemeye cesaret edemedi.
Koca kayaların üzerine yapılmış gecekonduya nihayet vardılar. Evin içi çok pis kokuyordu. Adam: “Geç şuraya otur,” diyerek kapının yanındaki minderi gösterdi. “Halan birazdan gelir.” Bohçasını da önüne bıraktı. Odanın içini incelemeye başladı. Sonrasını hatırlamıyordu. Minderin üzerinde yerde uyumuştu. Ta ki birisinin ayağıyla başını dürttüğünü hissedene kadar. “Kalk uyuma. Gel buraya, senin adın ne?” Ne olduğunu anlamadı. Kadının yüzüne uykulu gözlerle baktı. Hayalindeki halaya hiç ama hiç benzemiyordu. Bir adım uzağındaki sedirdeydi. Yanına gitti. Kadın tütün kokuyordu. Elbisesini çıkarınca tütün kokusu genzini iyice yaktı. Kadının atleti külotu sapsarıydı.
“Tütün fabrikasında çalışıyorum. Üstümüz, başımız, ağzımız, götümüz, tütün kokuyor. Kolay değil yavrum, ekmek peşinde koşmak. Sen de pek küçükmüşsün, pek de kara. Aslında ben senin büyüğünü istemiştim babandan, seni niye gönderdi ki?.. Ver o bohçayı bana, temiz elbisen var mı?” Bohçayı açtı:
“Bunlar mı, diye güldü? Sen de şimdi bitte vardır. Önce başına gaz yağı sürelim, Sonra da seni çimdireyim.” Gaz yağı kafasının derisini sızlatmaya başladı. Sessizlik yemini etmiş gibi sustu. “Niye konuşmuyorsun yavrum? Anan, baban nasıl? Yoksa dilin yok mu? ”
“Var, var. Yolda gelirken su istedi.”
“Neyse, yabancılık çekiyor demek ki, birkaç güne alışır.” dedi kadın.
Bilmediği bu yere, tanımadığı bu insanların yanına neden gönderilmişti. Her şey bir anda olup bitmişti. Okul için demişlerdi.
Kaçamayacağı, bağıramayacağı, ağlayamayacağı bir kutunun içine hapsedilmişti. Öfkesini nasıl bastıracağını bilemiyor, dışına da atamıyordu. Gözlerini yerden kaldırmıyordu. Kırmızı kilime sabitlemiş öylece bakıyordu. Neden diğer kardeşlerini, ablasını değil de onu göndermişlerdi. Kara bir taşa benzetiyordu annesi. Belki de bu yüzden gönderilmişti.
Tavuğun mide bulandırıcı kokusu geliyordu. Haşlanmış tavuk. Yumuşak derisi, boynu, bir de kanadı, melamin tabakta, bulanık suyun içindeler. Midesi iyice bulanmaya başladı. Kendini zor tutuyordu.
“Haydi yesene. Acıkmışsındır, kaşıkla suyundan iç.”
“Haydi kızım nazlanma,” dedi kocası.
Kapana kısılmış gibi hissediyordu. Dişleriyle dilini ısırıyor. Ağlamamak için yüzden geriye doğru sayı sayıyordu. Zec hiç ağlamazdı, o öğretmişti. İlkokuldaki sıra arkadaşıydı. Öğretmen olur olmaz yere Zec’i döverdi. O, taş gibi susar, ağlamazdı. Ablası onun Ermeni olduğunu söylemişti. Onun için dövüyor demişti. Ermeni nedir, diye sorduğunda: “Bilmiyorum onlara Ermeni diyorlar. Herhalde iyi bir şey değil.” O itiraz etmişti. “Hayır o benim en iyi arkadaşım. Kötü değil, o çok iyi. Çok güçlü. Öğretmen o kadar dövüyor, gözünden bir damla yaş akmıyor. Hep gideceğini söylüyor.”
“Umut yok buralarda. Ben yaşayamam, gideceğim,” diyor. Nereye diye sorduğumda. “Bilmiyorum, ama çok uzaklara.”
Zoraki de olsa bir iki kaşık haşlanmış tavuk suyundan içti. Halasının ve kocasının göz hapsindeydi. İkisinin de bakışları öyle ağırdı ki sanki bedeni eziliyordu. İçtiği tavuk suyu midesini ağzına getirdi. Kendini tutamadı. Avuçlarıyla ağzını kapatsa da kusmuğu her yana saçıldı. Masadan kalkmaya çalıştığı sırada başına bir yumruk darbesi aldı. Halası yapma dese de adam, kükremiş aslan gibi haykırıyordu:
“Başımıza bela ettin. Daha ilk günden çektiğimize bak. Ben istemiyorum, gönder gitsin, bu kara kancığı.” Elindeki kaşığı yere fırlatıp masadan öfkeyle kalktı. Yatak odasının çarpan kapısı, gecekondunun içini öfkeyle doldurdu. Can havliyle ve korkuyla kapıya yöneldi. Eşikten adımını atar atmaz taşlı yolda koşmaya başladı. Kara lastiklerini giyememişti. Ana caddeye çıktığında akşamın karanlığında koşuşturan insanları ve yanından hızla geçen arabaları gördü. Sokak lambasının aydınlattığı, üzerinde Tek Yol Devrim, Faşizme Karşı Omuz Omuza, Bağımsız… sonrası silinmiş yazıların olduğu duvarın dibine bir tavuk gibi tünedi. Ayakları sızlıyordu. Onu bulduklarında kendinde değildi. Yorgunluk ve korkudan bayılmıştı. O gece kendinden geçmiş halde bir köpek gibi tortop, yere serilen yatakta uyudu.
Sabah uyandığında kendini başka biri gibi hissediyordu. Dünkü gibi değildi. Yüreğindeki bütün yıldızlar sönmüştü. Güneş de gitmişti. Kocaman bir boşluk vardı. Sanki uykusunda birisi onu yeniden yaratmıştı. Bir gecede insan nasıl bu kadar değişebilir?.. Kendine bile soğuk ve uzaktı. Bilmediği bir el, o gece öfke ve nefreti boynuna takmıştı. Hayatta kalmak için tutunduğu bu iki duyguyu, yaşamı boyunca taşıyacaktı.
Hep aynı şeyleri yiyorlardı. Kahvaltıda siyah zeytin, beyaz peynir ve gül reçeli vardı. Bir dilim ekmek, üç zeytin ve biraz peynir yedi.
“Halası bir daha evden kaçma. Seni zor bulduk. Sonra anana babana ne deriz.” Kocası, “Bir daha kaçarsa ayağından zincire vururum.”
“Korkutma çocuğu. Bir cahillik yaptı. Bir daha yapmaz. Baksana geleli bir hafta olmuş. O günü hepimiz unuttuk.” Tepkisiz bir şekilde söylenenleri dinledi. Sofranın toplanmasına yardım etti. Musluğu açtı. Dünkü gibi tıss diye bir ses duydu. Gene sular akmıyordu.
“Burada sular sık sık kesiliyor. Varillere su dolduruyoruz. Onları kullanıyoruz. Belediyenin tankeri geceleri su getirir. Mahalleli sıraya girip bidonlara su doldurur, gün boyu onu kullanır. Bu gece seni de götüreyim öğren.” Başını olur anlamında salladı. “Haydi şimdi kömürlüğe in, varilden şu kovayla su getir. Bulaşıkları yıkayayım.” Varilin kapağını güçlükle kenara doğru itti. Boyu yetişmediği için tabureye çıkmıştı. Naylon tasla kovaya suyu doldurmaya başladı. Varilin kenarlarında tutunmuş parmak büyüklüğünde yumuşak sülüğe benzer -solucan- hayvanlar gördü. Korktu. Kenara çekildi. Bekledi. Varilin iç çeperlerine yapışmış hareketsiz duruyorlardı. Korkusunu yenmeye çalışarak, suyu doldurmaya devam etti. Halasına hiçbir şey sormadı. Her su almaya gittiğinde onları görüyordu. Alışmıştı; korkup, ürpermiyordu. Hareketsiz hâllerini izlediği bile oluyordu.
“Haydi kalk, üzerini giyin, gidiyoruz.” Duvardaki saate baktı. Üçü gösteriyordu. Yastığının kılıfına sakladığı kağıda bir çizik daha attı. Çizikleri halası görmeden saydı; geleli sekiz gün olmuştu. Dört bidon ellerinde ivecenlikle karanlıkta taşlı yolu çıktılar. Sokak gündüz gibiydi. Bütün mahalleli oradaydı. Çoğunluğu kadındı. Erkekler azınlıktaydı. Bir iki de çocuk vardı. Su tankeri gelince sıra bozuldu. Herkes öne çıkıp, bir an önce suyunu doldurmak istiyordu. İtiş-kakış ve karmaşa kavgaya dönüştü. Kalabalık, kovaları, bidonları birbirinin kafasına sırtına vuruyordu. Sürücü tankeri hareket ettirince, bağırmaya başladılar. “Nereye gidiyorsun, daha suyumuzu alamadık?.. Susuzluktan öldürecek misin bizi?.. ” Tanker yeniden durdu. Bu sefer herkes sırayla suyunu doldurdu. Sıra onlara geldiğinde tankerdeki su bitmişti.
Eve geldiklerinde saat beşti. Fatma işe gitmek üzere hazırlanmaya başladı. “Haydi sen biraz uyu. Enişten uyanınca ona kahvaltı hazırla.” Yorganı kafasına çekti. Elleriyle gözlerini kapattı.
“Kalk bakalım, bu kadar uyumak yeter. Buraya uyumaya değil, çalışmaya geldin. Çayı demle, kahvaltıyı hazırla.” Mutfağa koşup çaydanlığa su doldurdu. Küçük tüpün üzerine koydu. Yerdeki incecik döşeği ve yorganı toplayıp köşedeki sandığın üzerine bıraktı. Halası öyle söylemişti. Kahvaltı hazırdı. Açık bir çay, bir dilim ekmek, dünkü gibi zeytin ve peynir yedi.
Cafer evden çıkmadan önce iyice tembihledi: “Sokağa çıkma. Evde otur. Halan gelmeden gelirim,” diyerek gitti.
Bekledi. Bekledi. Bekledi. Dışarıdan sesler geliyordu. Sedirin üzerine çıkıp pencereden baktı. Onun yaşındaki kızlar gene ip atlıyorlardı. Çağırdıklarında gidememişti. Cafer, izin vermemişti. Cafer yoktu. İzin de yoktu. Dışarı çıktı. Gidip gitmeme arasında bocaladı. Kızlar neşe içinde oynuyorlardı. Onu görünce el sallayıp gene çağırdılar. Çekinerek yanlarına gidip, onlara katıldı. İçinde bir rüzgâr esiyordu. Önce ip salladı, sonra atladı. Yorulmaksızın atladı. Bir ters, bir düz, yenilmemek için sürekli koşuyordu. Hep atlamak istiyordu. Geldiğinden beri ilk kez gülüyordu.
Açık pencere ve açık kapılardan küfür, ağıt, ve öfke kusan tümceler yağmur gibi Gültepe’nin gecekondularına ve taşlı sokaklarına dökülüyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Eve doğru koşmaya başladı. Cafer gelmemişti. Yastık kılıfını çıkarıp, makasla parçalara ayırdı. Ablasından öğrenmişti. Onun her yaptığını izlerdi. Sokakta bulduğu bez parçasını çıkarıp çöpe attı. Yastık kılıfının bir parçasını kilotunun içine iyice yerleştirdi. Kasıkları ağrıyordu.
Halası dün haftalığını almıştı. Mutfağa gitti. Sandalyenin üzerine çıktı. Yeşil dolabın içindeki cam kavanozu aldı. Kapağını zorlukla açtı. Yarın semt pazarıydı. Halası pazar alışverişi için para koymuştu. Küçük kızı da tembihlemişti. “Bu haftalık pazar paramız…” Cümlenin sonunu getirmemişti. Sandalyeden inerken sendeledi. Düşecek gibi oldu. Son anda masanın köşesinden tutarak inmeyi başardı.
Kapıyı yavaşça kapattı. Yokuşu tırmanırken Cafer’i gördü. Arkası dönüktü. Bir kadınla konuşuyordu. Çöp bidonun arkasına saklanıp bekledi. Sinekler uçuşuyordu. Konup konup kalkıyorlardı. Kalbi avuçlarında, soluğu kesilecek gibiydi. Korkudan titriyordu. Konuşma uzun sürmedi. Cafer, kadına kahverengi bir zarf verdi.
Çöp bidonunun yanından geçerken yere tükürdü, tükürüğünü ayağıyla ezdi. Cafer uzaklaşınca, koşmaya başladı. Nefes nefeseydi. Dolmuş durağına yaklaştığında, mavi dolmuşun hareket ettiğini gördü. Üzerinde Basmane yazıyordu. El kaldırıp durdurdu. Kalabalığın arasına karışmayı başarmıştı. Sürücüye doğru ilerleyip parayı uzattı. Üzerini alırken bozukluklar yere saçıldı. Küçücük parmaklarıyla toplayıp twist elbisesinin cebine koydu.