Duvar çatlaklarının ve siyah sızıntıların iz aldığı çizgileri ardımda bırakarak oturmuştum sandalyeme. Yüzüm perdenin aralığından belli belirsiz sızan güneşe dönüktü. Ardım ise griye...
Günün ilk ışıklarıyla beraber önüme düşen renkler, akşam karanlığıyla beraber yalnızlığa dönüşürdü.
Ben Çiçekçi Kamile...
Bir dal gülü koklardım, her gün bir çifte uzatmadan önce.
Kırmızıyı hissederdim önce yanaklarımda, sonra ise buruşuk dudaklarımda. Papatyalar, sardunyalar ve karanfiller gün boyu sırada beklerken, gülün kırmızısı vazgeçilmez olarak yazılır ruhuma.
Renkler ve renklerin içinden geçen izler...
Karanlığın düşmesiyle birlikte çatlak duvarlar beklerdi beni. Sessiz ve sensiz.
Kırmızı sandalyeme kurulurdum, sanki kabarık tarlatanlı eteğimi tutmakta zorlanır gibi. Uzanırdım boşluğa. Günün en yakışıklı adamından o kırmızı gülü alır misali.
Buruşuk dudaklarımın çizgilerinden taşan kırmızı rujum gerçekleri bağırırdı adeta. Ben ise görmezden gelirdim en iflah olmaz sırıtışımla.
Otururdum saatlerce öylece, bir masalın sayfasında var olmuşcasına.
Sevmezdim akreple yelkovanı, gerçekleri gözüme sokarcasına çıkardığı tik takları.
Gülümsemeye çalışan dudaklarım zorlanır gibiydi ya, sandalyenin tam altından geçen o gri fare duvarın çatlaklarından gerçeği haykırırdı umarsızca.
Her gün ama her gün hep aynı rolün sahnelenmesi, takvimin işleyişi, saatin durmayan sesi.
Ardımı döndüm ve çok ayak altında duran kırmızı sandalyemi iteledim. Ezik, yenik ve biçare. Bir halüsinasyonun eşiğinde gibiydim.
Bir zaman sonra yere düşen kırmızı sandalyemi kaldırdım. Kabarık tarlatanımı havalandırarak konakladım.
Son kez gülümsedim boşluğa, iki ucundan gerilmiş buruşuk dudaklarımla.
Deklanşörün patlamasıyla girdik karenin tam ortasına...