Çadırda ilk geceyi geçiriyorlardı. Soba da verilmişti onlara; ama yakmadılar, artçı depremler şiddetli oluyor soba bile yerinden oynuyordu. Soba tutuşmuşken devrilirse yangına neden olabilirdi. Olsun onlar soğukta kalmaya da razıydılar. Yeter ki uzanarak uyuyup rahat etsinler. Böyle düşünürken şiddetli bir sarsıntı oldu, yatağından fırladığı gibi ayağa kalktı ,dışarı kaçmak isterken çadırdakiler ”Hey nereye kaçıyorsun ? Çadırdasın, çadırdaa!“ deyip gülümsediler, morarmış ve titreyen dudaklarıyla içlerini ısıtmaya çalışarak.
Başında kalın beresi, ayaklarında çorabı, sırtında montuyla tekrar yatağa geçti. Her tarafını iyice örterek nefesiyle yatağını ısıtıp uyuyacaktı.
Mevsim kıştı, yıllardan beri bu kadar sert bir kış yaşanmıyordu. Normalde buralarda kış mevsimi ılıktır. Son yıllarda küresel ısınmanın etkisiyle olsa gerek mevsim daha sert geçiyordu. Bu sene ilk defa, şehir bu kadar soğuyordu. Yaşanan deprem felaketinden sonra, en çok etkilenen yerlerin arasındaydı, her şey yerle bir olmuştu, insanlarıyla ,tarihi dokusuyla, doğasının güzelliğiyle, şehrin ortasından geçen asi nehriyle, muhteşem, hoşgörü, medeniyetler kentinin kaderi bir buçuk dakikaya bağlı kalmış , bir anda bu güzelim yerler, yok olmuş havasının soğukluğuna bir soğukluk daha eklenmişti. Sessiz, ıssız, ürpertici, hayalet bir kent oluvermişti.
Çadırda yedi kişiydiler, böyle bir zamanda çadırı olan ağa gibiydi. Bu gece onlar ağa mıydı ? Rahat uzanıp gözlerine uyku girmiş miydi? Onu yataktan fırlatan sarsıntıdan sonra tekrar yatağa geçince rahat edebilmiş miydi?
Yağmur yağmaya başladı, gittikçe şiddetlendi. Yavaşça kafasını battaniyenin altından çıkardı, çadırdaki herkes aynı şeyi yapmıştı. Yağmurun her damlası çadırı yırtıyor gibiydi. Gittikçe şiddetlenen yağmur, kare şeklinde olan çadırın tavanında birikiyordu.
Yağmur suyu , biriktikçe çadır aşağı doğru çöküyordu. Battaniyenin altından kafasını çıkarmasıyla açıkta kalan ağzı ve burnu hemen soğuktan buz kesiyordu. Çadırdakilerin gözleri, korku ve endişe içinde tavana bakarken, hafif meyilli yolda kurulan çadırı su basıyordu. Fazla yağmur yağınca çadırın etrafında koyulan toprağı, sel suları sürüklemiş, yağmur suyu içeri sızıp yatakları da ıslatmaya başlamıştı. Islanan yastıkları kaldırıp köşedeki sandalyenin üstüne koydular. Çadırın tavanında biriken su, gittikçe çadırı aşağı doğru çöktürüyordu. Aklına, çadırın önündeki uzun sopa geldi. Sopayı dışardan almak gerekiyordu. Çadırın fermuarını açar açmaz uzanıp alacaktı ki rüzgar olduğu için yağmur bu sefer de kapıdan içeriyi bastı. Sopayı hemen alıp fermuarı çekti. İçeriden sopayla üstte biriken suyu boşaltmaya başladı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. “Ya versene bana şu sopayı ben halledeyim“. ”Sağ taraftan boşalt önce”. “Ben size ışık tutuyorum ,gerisine karışmam”. “Bu iş böyle olmaz ya, yarın ilk işimiz buna çözüm bulmak olsun.”
Telefondan yayılan ışık da zayıflamaya başlayınca işleri zorlaşmaya başlamıştı. Aslında evde ışıldakları vardı; ama gece vakti bu sallantılarla, ağır hasarlı eve kimse geçemezdi. Biriken suyu boşaltmışlardı, yağmur da dinmişti. Dışarı çıktılar, çadırın içinde tir tir soğuktan titreyen ihtiyar babaannesini tekrar arabaya götürdü. Arabanın klimasını açıp baba annesinin üstünü battaniye ile örttü.
Sırtlarına battaniye koyup zifiri karanlık, soğuk, kara bulutlu gecede sarsıntılarla, yürekleri donarken yine sabahlıyorlardı bir kış gecesinde.