Bilmek için hiç çaba göstermediğimizden olsa gerek, bedenlerimiz şifâlı bir ot olmaktan çıkmış, kurumuş bir dal gibi tutunduğu gövdeden ha düştü ha düşecek.
Ruhumuzda ve bedenimizde dünden bugüne yeşeren tek bir yaprak olmadığı gibi açan bir çiçek de yok. Umudu, bıkmadan usanmadan itip kakıyor, hırpalayıp, yaralıyoruz. İyileşmesine, ayağa kalkıp yürümesine izin vermiyoruz. Kan kaybede kaybede ayaklarımızın altında ezilip yok oluyor. Yürürken başlarımız betona bakıyor, çenemiz göğsümüze yapışık, omuzlarımız içe bükülmüş, karınca arar gibi gri betonun deliklerine bakıyoruz. Başımızı kaldırıp gökyüzüne şöyle umutla ve neşeyle bakmıyoruz. Orada neler olup bittiğini merak bile etmiyoruz. Kuşları, bulutları, ağaçları, dalları, yaprakların rüzgârda kıpırdanışını, güneşi, yıldızları ve de ay’ı merak etmiyoruz. Merak etmediğimiz için de değişip dönüşemiyoruz, en acısı da umudu öldürüyoruz.
Umudun öldüğü yerde, toprak kuraklaşıyor, çocuklar dilsizleşiyor. İnsan, insan olarak doğmuyor, varolmuyor, düşünmüyor, hissetmiyor, toprakla birlikte çoraklaşıyor, yeşeremeden döngüyü tamamlayıp yok oluyor.
Târumar ettiğimiz yeryüzüne, nefret bıçaklarını saplıyoruz. Nefesimizden boşalan nefret, toprağı suyu, havayı, hatta ateşi bile kirletiyor. Zaman, hızla buharlaşıyor, zamanın hızıyla birlikte damla damla akan ise dinmeyen nefretimiz. Anne rahmine düşen tohumlar bile nefretle örülüyor. Nefret, etimize kazınıyor. Nefretle çoğalıyoruz, nefretle yaşıyoruz, Kendimizden ve kendimizin dışındaki her şeyden nefret ediyoruz. Nefreti seviyoruz. Nefret duygusu bizi güçlü kılıyor. Menfaatimiz için her şeyi ve herkesi acımasızca ve arsızca ezip geçiyoruz.
Nefretle küçümsediklerimizin, önemsemez bellediklerimizin yönetiminde, nasıl da köşeyi döndük. Devletin memesiyle itinayla beslenip büyüdük. Tırmandığımız merdivenin bir gün devrileceğini bildiğimizden kendimizi güvenceye aldık. Artık servet içinde kulaç atıyoruz ve kendimizin dışındaki herkesi cömertçe yargılıyoruz. Edindiğimiz servetin ve o serveti elde etmemize kolaylık sağlayan insanların ve sistemin toplamıyız. Yalnız kaldığımızda ise bir hiç. Öyle zavallıyız ki içinde kaybolduğumuz hiçliğin, kendi hiçliğimiz olduğundan bile emin değiliz.
Çoğunlukla, köşesiz, hatasız ve erdemli olarak tanınıyoruz. Eğer bizimle iletişime geçip elimizi sıkarsanız siz de elinizi kirletmek zorundasınız. Bu zorunluluğun yanında, sıradanlığı örtme maskesini yüzünüze takıp, çiğnediği sakızı dudaklarının arasından yere bırakan insanların sınırsız kabalığını da üzerinizde taşımaya hazırsınız demektir.
Artık içinizde taşıdığınız yalnızca seslerin gürültüsü değildir. Kötülüğün adımlarının her yanınızı işgâl edişidir. Yaşamınızın uzun uzadıya düşünülerek yeniden tanımlanması ise, bilin ki olanaksızdır.
Gerçek dünyayı lime lime edenlerin, açlıktan ölmeyi hak eden yığınların içinde yaşamanın, paraya tapan p…in dünyasında varolmanın ve onların tuvalet kağıdından daha kirli beyinlerinde dolaşan düşünceleriyle savaşmanın ve yönetilmenin nasıl bir işkence olduğu anlamanız da artık olanaksızdır. Bu durum nasıl da öldürücü bir duygudur. Aklını yitirmekle eşdeğerdir. Kolektiflikten uzakta, kendimize ve çıkarlarımıza alabildiğine yakınlaşmadır.
Çıkarlarımızın fıçısında dönüp duruyoruz. Varsa yoksa çıkarlarımız. Beynimiz, çıkarlarımızın girdabında yüzüyor. Kendimizin dışındaki dünyada ne olup bittiğini göremeyecek kadar körüz. Öyle körleşmişiz ki bir ailede, bir toplumda, bir ülkede yaşasak da birbirimizin yaptıklarıyla ilgili çok az şey biliyoruz.
Görünürdeki toplumsal kişiliklerimiz, temizmiş gibi görünen yüzümüzü sergiliyor. Kokuşmuş ve kirli olan ise çok derinlerde yatıyor. İkiyüzlülüğümüz bilincimizin en alt katmanına saklanmış, rahatı yerinde, uyuyor. İkiyüzlülüğümüzü su yüzüne çıkarıp yıkamak ve haysiyet sözcüğünü tanımak için inlerimizden çıkıp, kolektif yüzleşmeye doğru koşmamız gerekiyor.
Kimimiz, öfkeli ve ateşli bir bakış gibi duruyor. Kimimizi, doğadaki yalnızlığın tedirginliği sarmış. Kimimiz, tutkulu bir savaşım içinde. Kimimiz, dünyayla bağlarını koparmış. Kimimiz bencilliğin burgacında yol alıyor. Kimimiz, işbirlikçi. Çoğunluğumuz ise, yalancı ve korkak.
Yaşamanın anlamı ve önemi hiçbirimizin umurunda değil. Tek önemsediğimiz, güç, iktidar ve para. Bu ölümcül üçgen üzerinde dönüyor hayatımız. Gerisi, boşluk ve hiçlik.
Neden insanlar bu kadar sık yalan söylerler?.. Savunmasızlıklarını örtmek için mi?.. Korkularına sarılmak için mi?..
Neden acaba, kimse ilk sözü söylemez?.. Gerçeği haykırmaz?.. İlk adımı atmaz?.. İlk vurulan kişi olmak istemez?..
Çünkü korkuyu seviyoruz, hayatlarımızı yöneten korkudan uzak yaşayamıyoruz. Korku ağır basıyor, korkunun ardına saklanıyoruz. Yürüdüğümüz yolu, içtiğimiz suyu, aldığımız nefesi, korku belirliyor. Bu tespit, inanılmaz gelse de gerçek… Denizin kirliliği, erkek balıkları nasıl dişiye çeviriyorsa, düşünce kirliliği ve korku, insanın beynini öldürüyor, vicdanının gelişmesini engelliyor ve insanı, doğanın en zararlı ve zalim yaratığına dönüştürüyor.
Bir şantajcının kafa yapısına, bir kenenin ahlâk anlayışına saygı duymamızı tembihliyorlar. Zorbalık ve alçaklıkta sınır tanımıyoruz. Aşağılık, alaycı, kurnaz, yaltakçı, otlakçı, ikiyüzlü, edilgen ve saldırganız.
Hayatı boyunca iyi bir şey yapamamış, bunun ezikliğiyle, yapanlara karşı nefret besleyen ve bu nefretten nemalanan, gırtlağına kadar pisliğe batmış, tüm yaşamı pislik üzerine kurulmuş bir paçavradan öte, neyiz biz?..
Korku, nefret, kötülük ve bencillik içinde yaşayan bu kötü ortamın yan ürünleriyiz.
Hırs ve açgözlülük gibi kötü gerçekleri kabulde sınır tanımıyoruz. Ucuz politika yapanları, insanları aç bırakanları, düşünceleri ve umutları yok edenleri kutsuyoruz ve onların gölgesinde yaşıyoruz. Ve gerçek şu ki her zaman, her koşulda susuyoruz…
Bize biçilen bu elbiseyi giyip salınanlar, alkışlayanlar, gözleyenler ve susanlar acaba kendileriyle nasıl yaşıyorlar?..
Başkalarının gözlerinin içine bakarak konuşacak özgüvenimiz yok. Sevgiye inanmıyoruz. Sevginin düşmanlıktan daha güçlü bir silah olduğunu bilmiyoruz. Ucuz yaşıyoruz, ucuz yazılar yazıyoruz, sıradan, bayağı, boş, bomboş, bir kavram üzerine yüzlerce sözcük sıralıyoruz. Ortanın altında zekâya sahip olanların anlayacağı, bomboş irdelemeler, bomboş sohbetler.
eşke umudu sevip, bu ülkenin ortasına bir umut yolu inşaa edebilseydik; ne kadar ferahlatıcı, ne kadar rahatlatıcı, ne kadar güler yüzlü olurdu.
Sevginin ve umudun geçtiği topraklar o kadar anlayışlı, o kadar aydınlık, o kadar parlak düşünceli, bir o kadar da bilge olurdu.