Beni hep annem yıkar, topuklarıma kadar uzayan saçlarımı tek başıma arıtamam, öremem. O gün, leğeni tandır başına kurdu, bakır güğümdeki su sıcacık. Kullanmaya kıyamadığı, gül kokulu sabunla uzun uzun yuğdu saçlarımı. Köpürttü duruladı, tekrar köpürttü. Ağlıyor mu ne? Gözlerim yanıyor, açıp bakamıyorum.
Dere kenarından toplarız killi çamuru, saçları parlatır yumuşatır. Tasın içinde sulandırdı kili, duruladı, duruladı. Dolanan saçlarımı sabırla taradı. Bu sefer saçlarımı tararken, kemik tarağı kızgın bir azarla kafama kafama indirmiyor. Hiç olmamış oyuncak bebeği ile oynar gibi oynuyor saçlarımla. Ağıt yakıyor. “Bebexti keça min…” Niye bahtsız kızım diyor ki anam bana? Kırk örük yapıyor saçlarımı. Kara çaputlarla düğümler atıyor. Kara bir entari giydiriyor bana. Boyu topuklarıma geliyor. Başıma kara bir yaşmak bağlıyor, kara kapkara… Niye siyah giydim ki? Okula mı acep? Seviniyor içim, böyle koşmak, karların içinde yuvarlanmak, üşümek, yeniden ısınmak. Anamı barç barç öpmek... Elimi tutuyor, tandırlıktan çıkıyoruz. Rojin bibilerin damlarına doğru yürüyoruz. Evlerimiz yakıncana.
Köyün bütün çocukları. “bibi” deriz ona. Kocasını dağda vurmuşlar Rojin bibinin, sonra onu ölen kocasının kardeşi İsa’yla evlendirmişler. Aslan Ağa’nın en küçük kardeşi İsa… O hep mahzun, hep gözleri dolu bakar yüzüme. Rojin’in dört oğlu var, iki büyük oğlan İsa’ya amca der, diğer ikisi baba… Kar yağıyor. Annem, üşüyen ellerimi nefesiyle ısıtıyor. İki sıcak damla düşüyor elime… Menteşeleri paslı, ham ağaçtan çatılmış kapıyı döver gibi yumrukluyor. Rojin kapıyı aralıyor. Annem elimi onun zayıf, kemikli eline tutuşturuyor.
“Pamuk sana emanettir.”
Örüklerime dokunuyor, okşuyor, kokluyor. Son kez dokunuyor, kokluyor gibi.
“Pamuk’un saçlarını sen yıkayasın; tarayıp, öresin, beceremez sabim.”
Yüzüme bakmıyor, arkasını dönüp gidiyor. Ardından bakakalıyorum. Rojin beni içeri alıyor. Sofaya açılan karanlık odaya sokuyor. Odanın eşiği yüksekçe, adımımı zor atıyorum içeri. Tek söz etmiyor, kapıyı çekiyor, dışarıdan sürgülüyor.
Naylonla perdelenmiş pencereye koşuyorum, Kamburlu bir gölge kayıp gidiyor akşamın karanlığında. Anamın kamburu yoktu ki!
Sobanın ardındaki yer minderine çöküyorum. Yatakların, yorganların yığıldığı yüklüğün karşısında yüksekçe bir sedir, yanında mavi küçük bir sandık. Köşede kapağı açık bir hamamlık. Kireç sıvalı duvarda Merdan’ın siyah çerçeveli bir fotoğrafı asılı. Altında kırık bir ayna, onun yanında kör bir mıha tutturulmuş isli bir idare lambası.
Siyah entarimin yakası yok, cepleri yok, kemeri de yok. Okul önlüğü değil bu. Başımdaki örtüyü çekip atıyorum yere. Annemin leçekleri gibi değil, oyasız, boncuksuz...
Karnım sancıyor. Yaz başıydı, Hazal’la aynı günlerde âdet gördük. Korkmuştuk çok. Sonra Berşan, “Kızlar her ay kanarlar.” dediydi. Bize eski esvaplardan getirdi. Yırttı, katladı, ne yapacağımızı anlattı. Çocuk değilmişiz artık, büyümüşüz. Öyle köy meydanında oğlanlarla çelik çomak oynayamazmışız. Memet’in, okul yolundaki kavaklığın orada bekleyişleri, gizli saklı bakışmalarımız düştü gözümün önüne. İçimde bir kelebek kanat çırptı. Oturup çeyiz dizmeliymişiz. Hem memelerimize de çekirdek düşmüş, alay edermiş oğlanlar bizimle. Yanaklarımızda tandırın alazı, gülüşlerimizde masumiyet. Al al, kıkır kıkır gülüşüyoruz.
Ortaya başladı onlar. Traktörle gidip, gelirler kasabadaki okullarına. Çok heves ederim, arkalarından öykünerek bakarım. Cemal Öğretmen söz verdi, konuşacak babamla.
Hava kararıyor, sobanın alazı tükendi. Kapı hâlâ arkadan sürgülü… Titremem üşümekten mi, korkudan mı? Bilmiyorum.
Tarla sınırı yüzünden babamlar, Aslan amca, bir de kardeşi Merdan’la kavgaya tutuşmuşlar. Yasin abim, babamın üzerine yürüyen Merdan’ın kafasına indirivermiş küreği. Oracıkta ölüvermiş Merdan. Beyni kanamış dediydi anam. Yasin abim saftır, bir tek güvercinlerle konuşur, bilmez o öldürmeyi. Sonra kanlı düşman oldu iki aile. Hikmet abimi vuracaklarmış. Rojin söylemiş. Anamın gözyaşları dinmez ondan sebep.
Rojin söylemiş. Anamın gözyaşları dinmez ondan sebep. Kavgadan bir iki ay sonra bize geldiler. Şeyh Seyda, Muhtar Recep, Öğretmen Cemal, bir de Aslan amca. Selamlaşmadılar. Bir tek Cemal Öğretmen selamladı babamı. Cemal Öğretmenim. Babamı ikna etmeye geldi zahir, ortaya başlamayı ne çok istediğimi biliyor. Sen üzülme, babanla konuşacağım dediydi. Peki, ama ya diğerleri? Sofaya geçtiler. Annem yaşmağına sarındı. Çayları kapı aralığından Hikmet abime uzattı.
Hikmet abimle Gülendam yengem geçen güz evlendiler. Bebeleri oldu, aylardan hazirandı, Havin koydular adını. Yaz mevsimi. Mavi gözlü; sarı, lüle saçlı… Kızlar halaya benzermiş der Gülendam yengem. Kırk uçurduyduk, derenin kenarındaki çayırlıkta. Kete yaptıydı anam, karanfil kokulu.
Annemle ben, bir de Gülendam, yengem iç odadayız. Adamların konuşmaları kesik kesik geliyor Havin ağlıyor, yengem sussun diye emziriyor. Muhtar Recep, “Bitirin artık bu kan davasını,” diyor.
Kapı aralığından gözlüyorum. Hikmet abim dudaklarını kemiriyor; sıkılınca, öfkelenince hep yaptığı gibi bacaklarını titretiyor. Cemal Öğretmen kafasını sağa sola sallıyor, bir şeyler oluyor, onun istemediği bir şeyler.
Şeyh Seyda, babama dönüyor:
“Elli altın, üç silah, üç yüz küçükbaş, bir de kız. Anlaşın bitsin.”Babam çaresiz bir razılıkla koyunlarını kurtarmanın pazarlığına giriyor.
“Zaten topu topu üç yüz hayvanım vardır. Geriye ne kalır, ne yeriz, ne içeriz çoluk çocuk.”
Aslan Amcanın kin yüklü bakışları, sövenin orada dikilmiş, kollarıyla kendine sarılmış; öne arkaya sallanıp duran Yasin abimi buluyor. Aynı bakışlarla bu sefer Hikmet abimden yana dönüyor:
“Ya kabul edersiniz ya da kanı kanla temizleriz, başka yolu yoktur.”
Hikmet abimle babam birbirlerine bakıyor. Annem ağlayan sesiyle,
“Etmen, yakman yüreğimi, Havin ’imi babasız bırakmayın, kıymayın Hikmet’ime.”
Öğretmen Cemal:
“Ağalar bu neyin pazarlığıdır?” diyor.
Oturduğu yerden kalkıyor şeyhe doğru dönüyor:
“Yasin aklı evveldir, hükümet hastanesinden raporu vardır. Devlet iki ay ıslahhane demiş, ceza bile kesmemiştir. Siz neyin davasını sürersiniz hâlâ.”
Şeyh Seyda sarı kehribar tespihini parmaklarının arasında gezdiriyor. “Öğretmen Bey, burada devlet, töredir. Bilmez gibi konuşursun, töre ne derse kavlimizdir.”
Cemal öğretmen susmuyor:
“Küçük bir kız çocuğunun mal gibi pazarlığını yaparsınız, bu mudur töreniz?”
Annemin kolunu dürtüyorum. “Hangi kız ana, kim ki bu kız?”
O andan sonra anam beni hiç duymadı. Sağır oldu, kör baktı bana. Şeyh son sözü söyledi, pazarlık bitti. “Otuz altın, 200 baş koyun, üç silah. Bir de kız.”
Ayağa kalktılar, bir tek Cemal Öğretmen kalkmadı. Tokalaştılar, Hikmet abim, damlardan sarkan buzlar gibi çakılıp kalmış olduğu yere. Yasin Abim saatlerdir aynı yerde öne arkaya sallanıp duruyor. Babamın nâçar bakışlarındaki kabullenişi anlayamıyorum çocuk aklımla.
Rojin Bibi’nin basık damlı kış odasında, tezek sobasının ardındaki minderde uyuya kalmışım. Kapı sürgüsünün sesine açıyorum gözlerimi.
İlkin nerede olduğumu anlamıyorum. Bir adam gürültüyle giriyor içeriye. Gözüm karanlığa alışınca seçiyorum; Aslan amca bu! Berşan’la Hazal’ın babaları. Ne işi var ki burada? İdare lambasını yakıyor. Çirkin yüzü delik delik, şark çıbanı derdi annem. Askerde hastalanmış, nerdeyse ölüyormuş, oradan kalmış çıbanları. Ölmemiş işte, kötüye bir şey olmazmış.
Bıyıkları var, sakalıyla bir boy, siyah pos bıyıklar. Yer minderinde otururum hâlâ. Meşin çizmeli koca ayağını uzatıyor bana. İlkin ne istediğini anlamıyorum, gözleriyle işaret ediyor çizmelerini. Yeltendim, çektim çektim yok, gücüm yetmiyor. Var gücümle bir daha asıldım. Elimde boyum kadar çizme, duvara yapıştım. Sonra diğer ayağındakini… Sobanın üzerindeki güğümü işaret ediyor bu sefer, gene anlamıyorum ağzı yok sanki konuşmuyor. Yüzüme bakmıyor, baksa tanıyacak beni, Berşan’ı görecek, Hazal’ı görecek, Pamuk olduğumu bilecek. Yok, bakmıyor yüzüme. Hamamlığın oraya gidiyor, kafasıyla peşkiri işaret edince anlıyorum. Kocaman, leş kokan ayaklarını yıkamamı istiyor.
O kız ben miyim yoksa?
Puşisini çıkardı. İki tel saç, yağlı kafasına yapışmış. Burnu, kulakları, en çok da elleri kocaman… Kuşağını çözdü, belindeki silahı sandığın üzerine koydu. Merdan’ın resminin önünde durdu bir süre. Sonra idare lambasını üfledi, beni ve günahını görmemek için karanlığa sığındı. Korkunç bir gölge üzerime üzerime yürüyor. Bana kötü bir şey yapacak. Anlıyorum o kız benim! Kaçıp yüklüğe saklanıyorum, saçlarımda hoyrat bir el. Canım yanmıyor nedense. Kurtarıyorum örüklerimi. Sedirin altına kaçıyorum; bu sefer ayağımı yakalıyor. Duvarlara çarpıyorum, sandığın üzerine düşüyorum, elime soğuk bir cisim değiyor. Bu onun silahı, soluk almıyorum, tetiği bulmaya çalışıyorum. Ayı pençesi elleri ile bileğime kelepçe gibi yapışıyor. Savuruyor orta yerine odanın. Acımasız bir avcının elindeki kuş gibi çırpınıyorum, kaçamıyorum. Tekmeliyorum, yüzünü tırmalıyorum, ellerini ısırıyorum. Gücüm tükeniyor, nefessiz kalıyorum, boğuluyorum.
Kocaman bir karanlığın körpe bedenimin üzerindeki gölgesi ile ölüyorum. Kör bir kuyuya yuvarlanıyorum. Yaşamak için ne lazımsa kayıyor elimden. İnandığım ne varsa, güvendiğim kim varsa hepsinin yüzleri siliniyor. Kanatlarım kırılıyor, uçamıyorum. İçimdeki bütün kuşlar ölüyor, çığlıklarım susuyor. Ömrüm uzun bir gecenin karanlığına takılıp kalıyor.
Güneşim nerede benim? Yıldızları kopardılar mı gökyüzünden?
Bu dünyanın kalbi yok mu?
Rojin Bibi baygın bedenimi merek damında buz gibi suyla yıkarken açtım gözlerimi. Tir tir titredim. Bacaklarımın arasından akan kan, leğendeki suyu kızıla boyadı. Kırk örüğümü kökünden kesti. Başıma siyah yaşmağı doladı, başka bir siyah elbise giydirdi; yakasız, düğmesiz, kemersiz. Töre bana kara bir kefen biçmişti…
“Anana söz verdiydim, sana mukayyet olacam diye. Sabah Aslan Ağa gözdağı verdi, kan yerine giden kızlar kan kusmalı, sakın ola merhamet etmeyesin kanlımızın kızına.”
Uzaktan, derinden, düştüğüm kuyuya sesleniyor sanki.
“Her şeyimi aldı elimden, şimdi de oğullarımla vurur beni, onları da alırsa ölürüm, yaşayamam ben Pambuk.” Kan kusmaktan beterdi. Kan revan içinde kaldım günlerce. Rojin, yattığım şilteye tandırdan çektiği sıcak külleri yaydı. Ebe kadın geldi, kız ölüyor dedi.
Ölmekten dönmeyeydim keşke. Yerin yedi kat altına gömüldüğüm o bitmeyen geceden sonra Aslan, Rojin Bibinin damına, bir daha gelmedi. Beni o mezar odaya gömerek, kanıma girerek intikamını almıştı.
Gülendam yengem, kimi akşam vakitleri usulca naylon perdeli pencereye yanaşır. Havin’i getirir. Ardındaki her şeyin buğulu göründüğü pencereden, bir tek onun gözleri mavi mavi bakar. Büyür günden güne ve ben anca öyle anlarım ömrümden ömür gittiğini.
Bir öğlen vakti verilen salâ da, adını duydum babamın. Son kez göreyim diye, İsa Amca gizli saklı camiye götürdü beni. Babamın soğuk yüzünün her çizgisinde kederin ve pişmanlığın izleri vardı. Severdi beni, sarı Pambuğum derdi. Allahtan onu affetmesini diledim…
Anam sırtındaki kamburu daha fazla taşıyamadı. Konuşmamış, gülmemiş hiç. Direnmemiş ölüme. Karlı bir kış gecesinin sabahına uyanamamış. Onların ardından, ağlayamadım. Bakışlarım kireç boyalı duvarda sabitlendi günlerce. Kalbimdeki sevgiyi, gözümdeki yaşı bile almışlardı benden. Yılların akıp gittiğini saçlarımdan bir de Havin'den anlıyorum. Büyüyor çabucak beni bu karanlıktan kurtarmak için büyüyor hızla.
Günü kovalayan dar vakitli akşamlardan biriydi. Yüksek eşikli tahta kapı gıcırtıyla açıldı, Rojin sandım ilkin, dönmedim yüzümü. “Bibi” diye ünleyince Havin, Fırladım yerimden.
“Nasıl girdin, ya bir gören olur Aslan’a haber uçurursa?” Sevinci muştulayan bir telaş var halinde. “Bibi, Aslan Ağa, traktörün altında kalmış, boynu kırılmış.”
İçimdeki yüzlerce ölü kuş uyandı, çırptıkları her kanatla göklere uçuyorum. “Ölüyormuş bibi, bu kez Azrail, Azrail’i bulmuş.” Günlerce can çekişti. Canı onu böğürte böğürte terk etti. Ölü yüzünü görmek istedim. Acılarım, karanlığım, korkularım onunla beraber ölsün istedim. Kalbinin karası yüzüne vurmuştu. Kapkaraydı cesedi, korkunç ve kapkara.
Biri omzuma dokundu, Rojin’in kuru kemikli elleri sıcacıktı. Çatma kaşlarının altındaki kara gözleri ile yüzüme baktı uzun uzun. Onu ilk kez gülümserken gördüm. Berşan ve Hazal’ın mahcup bakışlarında bir utancın izleri vardı. Babalarının günahını omuzlarında ağır bir yük gibi taşıyorlardı. Elimi tuttular, tuttum ellerini.
Ertesi sabah, Gülendam yengem geldi erkenden. Üzerimdeki kara kefeni yırtarak çıkardı. Sıcacık suyla yuğdu beni. Kendi esvaplarından getirmiş, gül rengi olanını giydirdi. Başımdaki kara yazmayı buruşturup fırlatıverdi. Saçlarımı taradı, omuzlarıma aktı ağaran lülelerim.
Günler sonra nevruzu karşıladık, dere kenarındaki çayırlıkta, değirmenin orada. Havin ‘in kırkını uçurduğumuzdan bu yana her şey yerli yerinde. Yine gelincikler sarmış her yanı, kavakların uğultusu ninni söyler kulağıma, dağların başı dumanlı yine. Bir kartal kanat çırpar yükseklerde. Gülendam Yengem kete yapmış. Karanfil kokar yine.
İstanbul’dan almış Havin. Çağla yeşili, yakaları düğmeli, belinde kemeri var ipekli elbisemin. Yüksek mektep okur gün ışığım, İstanbul’u anlatır; denizi, martıları. Mezuniyetine götürecek beni.
“Hala” dedi ilk kez bana. Gözlerine hercai bir ışık, gamzelerine mahcup bir sevinç oturmuştu. “Dün Memet abiye rast geldim kavaklığın orada. Seni sordu, selam etti. Onunda saçları ağarmış.” Unuttuğum bütün masalları anlatıyor bana.“ Yıllarca kendinde saklamış senin sevdanı. Her gün kavaklığın orada beklemiş. Gün yüzüne çıkacağına inanmış hep.” Yüzümü alev sardı sanki. Okul yolundaki kavaklığın orada; saçlarına ak düşmüş bir çocuk, beni düşünürmüş.
İçimdeki kelebek kanat mı çırpıyor ne?