Çok uzak değil, diyordu Yusuf. Çok değil..
Tez dönerim.
Zehra’nın gözleri her sefer daha çok yeşile keserdi. Daha bir hırsla atılırdı Yusuf’un sarışın koynuna. Adını fısıldardı çığlık çığlığa, sessiz.
Yusuf... Yusufum...
Sonra kalkıp cumbaya oturuşunu, tabakasından çıkardığı tütünü sarışını seyrederdi puslu gözleriyle. Oturur öylece camdan bakar, sanki biraz kederli, sanki biraz ezik tüttürürdü dumanı Yusuf. Uzun yüzünde dumanlar dolaşır, arada bir Zehra’ya döner sonra yine uzaklara dalıp giderdi.
Anlamazdı Zehra bu kederlenişi. Bizi özleyecek ondan.
Beni, çocukları, anasını, atasını, yurdunu. Derdi ondandır.
Sessizliği gurbettendir.
Geceydi. Gecenin bir yarısı. Kışın zemherisi. Kalakalmıştı istasyonun ortalık yerinde. Çok uzak değil, demişti Ali. Endişe etmeyesin hiç ana, demişti.
İnenler, binenler, giderek çekilen bir uğultu, Bir telaş... Kondoktörün uzun düdüğü. Gözden kaybolan trenin ardından bakarken sessizliğin soluğuyla baş başa kaldı birdenbire. Her şey yavaşça dönen çelik tekerlere hapsolup kayboluyordu sanki bir bir. Sessizlik... İs kokusu...
Tiz ses yankılandı karanlıklara. Seyrek kar taneleri titreştiler bir an. Kızını, damadını arandı endişeli gözlerle Zehra neredeyse boşalmış istasyonda. Biraz erken gelmişlerdi zahir. Ali, demişti, ya sabaha varırsınız anca. Ama sabaha daha çok vardı...
Yürüdü nereye gideceğini bilemeden. Gece ayazın koynunda uyuyordu, istasyon sessizliğin koynunda. Tren çok uzaklardan bir daha çaldı düdüğünü. Rüzgar adımlarının yaşlı sesini yüzüne çarptı.
Bahar dalları pıtıraklandı önce. Sonra yer gök çiçeğe durdu o ilkyaz. Yer gök pembebeyaz. Kasketinin gölgesindeki uzun yüzüne sevdalandı Zehra. Kapılarından geçer olmuştu ne zamandir. Delikandı Yusuf. Şöyle bir yürüdümüydü... Pembebeyazdı Zehra. İlkyazın bahar dalları yüreğinde açar olmuştu ne zamandır. Bir gün yoluna çıktı Yusuf. Kasketini kaldırıp çapkın gözleriyle baktı Zehra’ya. Oracıkta düşse, oracıkta kalsa şimdi... Dizleri çözüldü, gözleri buğulandı. Eve kadar koştu. Soluk soluğa, ter içinde. Ücralarda buluştular bütün yaz. Diyemedi kimselere. Sonra o gece yandaki samanlıkta... Diyemedi hiç. Bir tek yangın gözleri söyledi Yusuf’a sevdasını. Hasatta haber uçurdu Yusuf.
Birden bir ses işitti yanında. İstasyon memuru uyku mahmuru bakıyordu. Burası ayaz. Burası kış kıyametin ortası.
Birden bir ses işitti yanında. İstasyon memuru uyku mahmuru bakıyordu. Burası ayaz. Burası kış kıyametın ortası. Memurların küçük odası sıcaktı. Köşede, arada bir çıtırdayan sobanın üstündeki kararmış çaydanlık tıslıyordu. Bir bardak çay koydular hemen. Yarı beline kadar dem. Acı, kekre. Köşedeki sedirde yer gösterdiler. Yaşlı bedeni uyuşmuş soğuktan. Çantasından gümüş tabakasını çıkarıp eski, çok eski bir alışkanlıkla sardı sigarasını.
Şaşırıp yanlış inmişsin sen hanım anne, dedi ince bıyıklısı. Çok olur böyle şeyler. Sabah trenine bindiririz seni dedi, genç irisi. Pencerelerin camları giderek daha çok buğulanıyordu.
Aklına koymuştu ya bir kere gidecekti. Öldürsen kimse tutamazdı Yusuf`u artık. Ölsen... Gidip dönememek de var..
Demişlerdi bundan adam olmaz. Esereklidir, fikri firardadır. Bugün bulur, bugün yer. Ya yarın...
Olmaz öyle şey. Yusuf, yusufum döner.
Döner gelir, hepsini alır götürürdü.
Şu İstanbul çok mu uzaktı?
Camın önünde tütünü tabakasından çıkarıp her sarışında suskunluğu diken diken batıyordu her yerine. İliklerine kadar üşüyüp yorganın altında büzülüyordu iyice. Yusuf dönerdi. Döner gelirdi. Hele işini yoluna bir koysun, hele eli biraz para tutsun. Hele..
Hem çok değil, demiyor muydu boynunun kuytusunda.
Yerimiz küçüktür anne, ama hiç yoktan sıcaktır. Bazı geceler tek kişi nöbete kalırız. İşte o zaman vakit hepten durur. Duvara dayalı demir masanın üstündeki eski radyoyu başıyla gösterdi ince bıyıklısı. Bir şunun sesi can yoldaşı olur bir de şu emektar sobanın alazı... Bir çay daha koydu ötekisi. Kararmış tabakayı çıkardı yine Zehra. Parmakları usulca dolaştı gümüşün üstünde. Zamansız gelen bir yolcunun daha adımları süzüldü içeri. Boğuk, uykusuz...
Ilık rüzgar sarı yaprakları rayların üzerinden alıp kömür isi taşlara savuruyordu. Bir kuru yaprak incecik havalandı ruzgarın elinde. Zehra’nın ayaklarının dibine kondu. Bakamıyordu Yusuf’a. Burnunun ucuna gelmiş onca gözyaşı... Bir baksa...
Eğilip öptü çocukları Yusuf. Kokladı uzun uzun. Yaprağa basıp ezdi Zehra.
Un ufak etti. Dağıttı. Bir durulan bir kabaran rüzgar her bir parçayı bir yana savurdu. Hepsi bir yana savrulup gitti...
Alnından öperken Allaha emanet olun diye fısıldadı. Ezik, kederli. Yusuf... Yusufum...
Boğazına oturan o taş gibi ağırlık bir daha hiç kalkmadı. Sustu. Bütün dünya sustu...
Gün istasyonun soğuk taşlarına doğarken tıslayarak duran lokomotifin sesiyle irkildi yarım uykusundan. Memurlar elini öpüp yolcu ettiler yaşlı gece misafirlerini. Kara çeliğin dipsiz karanlığına süzüldü. Evler, sokaklar uykuda, geçiyordu yavaşça biraz öteden. İstasyon geride kalıyordu.
Tabakasını çıkardı. Bir sigara daha sardı.