Hepimizin anlatmak istediği öyküler var, anlatılmaya değip değmeyeceği ayrı bir muamma.
Korkut Ata’nın Gökçen Kız’ın ahını aldığıdır. Rivayet olur ki koca bir şehirde gönüllü sürgün kadınlığına dövünen Gökçen televizyondan gelen Özbekçe şarkıya kulak verip bir hayli detone çıkan sesiyle usul usul şarkıyı mırıldanmaktadır. Kızını emzirdiği Taşkent günlerinden oldukça uzaktadır şimdiki zaman. Bozkırda er kişi diye belleyip evlendiği Korkut sünepenin tekiydi aslında. Her ay kızlar için gönderdiği paraları iç ediyor herif. 100 dolar 840.000 Sum… Kızları İstanbul’a getirmeli. Yatılı ev işlerini götürür onlar da. Mutfakta yemekleri hazır etmemi istedi Suna Hanım. Bugün konukları varmış. Damacana içindeki rakıya şaşkınlıkla baktı o sırada. Ancak damacana yetiyor bana, eğlendi Suna. Korkut kızın ahını aldı yine. Kızını aç açıkta bırakmam diye kutsal kitap üstüne yeminler etmişti puşt. Alkolü şehrin her köşesinde yasaklamışlar Taşkent’te. Firavun kafası, başka ne demeli. Kesin kaçak maçak buluyordur bir yerden bu herif. Şehrin göbeğindeki rezidansın inşaatında günübirlik inşaat işlerinde bile dikiş tutturamamış, atmışlar hımbıllığından iti geçen de. Başka bir inşaatta çalışmaya başlamış kızın dediğine göre.
Özbek pilavı da yapayım mı abla, yok yok millet çok yağlı buluyor sizin pilavı. Sen somonu, pancarlı humusu hazır et hele. Öyle envai çeşit yemekle milletin karnını doyurmak değil, rakının yanında meze keyfi bizimkilerinki. Nuray’ da gelecek. Senin Saliha onda yatılı kalıyor değil mi? Damacanadakini su sanmasınlar abla, suluk gibi vallaha. Suluk lafına kendi de güldü Suna’ya katılıp. Kıpkırmızı oldu suratı yine gülünce. Bu yaşta gamzeli kadınsın, kıskanıyorum seni valla, diye hafif göz makyajını düzeltti Gökçen'in. Odadaki televizyonun sesiyle irkildi o sırada. Taşkent’te kar yağıyormuş bir haftadır sunucunun dediğine göre. Uydudan Özbek televizyonunu bulmuştu da kendini memlekette gibi hisseder olmuştu ne zamandır. Girit mezesini, favayı küçük tabaklara koyup masaya kaşık çatalları götürdü o sırada. Ahmet ve Enis’ler de gelecek. Hani şu bizim Allahsız alkolikler. Kırık bir gülümsemeyle dinledi Suna’yı. Abla Taşkent’te alkol satışını yasaklamışlar, senin gibi evde üretir olmuş millet. Şarabı da unutma Gökçen. Sonrasında odana geçebilirsin.
Zil çaldığında kuş sütü eksik sofra çoktan hazırdı. Yelken kulübünden Ahmet, sevdiği pastadan getirmişti Suna’ya. Doğum günün kız, unutur muyum hiç diye sarıldı kadına. Perma yaptırdın demek. Saçlar güzel olmuş, mor arkadaşım benim diye alay etti masaya geçtiğinde. Kız yine döktürmüşsünüz. Çoğunu senin hizmetçi yaptı belli ki. Kaşlarını çattı Suna bir an. Benim mutfakta ne mahir olduğumu bilmez misin diye tersledi Ahmet’i. Birbirleriyle böyle şakalaşırlardı hep zaten. Kız mezelerin bir kısmını hazırladı, Girit salatası ve favayı ben yaptım. Dostlar gelince ben de giriyorum mutfağa. İlk kadehi devirmişti Suna çoktan.
Masada bir köşede Ahmet ve Nuray, diğer köşede Enis, Seyhan tabaklarına mezeleri doldurmak için Suna’nın komutunu beklediler bir an. Gökçen mutfakta tatlıları tabaklara koyarken masadakilerin kahkahalarını işitti. Korkut’la az içmediler konu komşuyu çağırıp yıllar önce Taşkent’teki nohut oda bakla sofa evde. Bir zamanlar diye geçirdi içinden. Bir varmış bir yokmuş diye anlatılırdı ancak onun öyküsü. Dört koca yıl geçti memleketten gideli. Zihninde Akipek’in henüz bebeyken memesine saldırdığı geldi. Zihninde bir yığın anı artıkları türedi ardından. Vesveseler de ardı sıra geliyordu anıların peşinden. Kızlar nasıldı Taşkent’te. Coşkusuzdu Akipek onunla konuşurken telefonda. Babam aynı, yani aynı haltları yiyor.
Kız doğduktan hemen sonra memesine nasıl da saldırmıştı, doymayı bilmiyordu hatta. Şimdi ipince, bir deri bir kemik neredeyse. Kargoyla kaç defa yiyecek, giyecek gönderdim de yiyesim yok bir süredir diyor. Suna Hanım’ın verdiği o kıyafetleri beğenmemiş. Öyle milletin giydiklerini mi giyeceğim bu yaşta diye söylendi geçen. Sen hamur işlerini iyi beceriyorsun Gökçen ama malum ne zamandır diyet yapıyorum. Konuklar da öyle hamur işlerini sevmiyor zaten diye tembih etmişti sabah sabah. Salata, favaya da dokundurmamıştı Suna Hanım. Kendisi yaparmış her zaman. Anacığım senin erişte gibisi Taşkent’teki lokantalarda yok diye övmüştü anasını Apipek. Lokanta açmak kim ben kim diye cevaplamıştı kızı. Besbelli özlemiş anasını. Burada bir iş ayarlasam kıza, Korkut’un hışmından da kurtulurdu besbelli. Taşkent’teki firavun açlığa terk etmişti tüm milleti.
Suna’nın konuklarından Ahmet masada inşaat maliyetlerinden bahsediyordu. Orta Asya’daki inşaatlar durdu duracakmış. İşçilere paralarını aylardır veremiyormuş şirketi. Neyse ki sendika mendikaları yok da gıkları çıkmıyormuş zavallıların. Korkut’u düşündü bunu duyunca Gökçen. Bir baltaya sap olmamıştı zaten oldum olası. Ya onu da attılarsa krizden dolayı. Ayşe sen evlendiğinde Suna Hanım’ın verdiği abiyeyi giyeceğim. Askılı, simli bir şey. Bu yaşta üstünde eğreti durur diyeceksin muhakkak. Mezara girmedik henüz, makyaj yapmayı öğretti Suna Hanım. Canlı cenaze gibi dolanma kız, biraz bak kendine deyiverdi bana.
Şerefe herkese, hayata diye kadehler kalktı o sırada. Ahmet, naz-dra-vey Bulgarca şerefe demek, bak her gittiğim ülkede ilk öğrendiğim sözcük şerefe, deyiverdi. Yamas o halde, diye ekledi Enis. Kaç yıl Atina’da yaşadım. Asıl meyhaneler oralarda diye takıldı Ahmet’e. Salom güzelim, diye yanak almıştı Korkut beş yıl önce. Üçüncü kadehini bitirmişti votkasının çoktan. Pilavından batırıp iştahla yiyordu kuzuyu. İştahı yerindeydi o günlerde de. Kızı da götür demişti. Çalışma izni almak kolay mı. Genç kızların çoğu pavyon köşelerinde konsomatris oldu. Sen millete meze mi yapacaksın Ayipek’i, diye terslemişti herifi. Sante benden de! Nuray çoktan Paris’teki Michel yıldızlı restoranı anlatıyordu bir yandan. Orada içtiği şarabın üstüne yokmuş üstelik.
O gece Korkut, şecaat arz ederken sirkatin söylüyordu yine. İyi halt etmişti şirket müdürünün suratına yumruğu indirerek. Nasıl da haklı olduğundan dem vuruyordu. Atarlar yeni girdiği inşaattan da. Rahat durmaz, birine bulaşır muhakkak. Memleketteki firavun milletin zürriyetini bitirmekle yetinmedi; hepimizi başka memlekette ev hizmetçisi yaptırdı ya! Söyleniyordu içten içe. Korkut buralara gelse de hiçbir işte tutunamazdı zaten. Kız gelse, bir yatılı iş ayarlardı Suna’nın tanıdıklarından birinin evinde. Suna Hanım bir yer bulurum kesin demişti değil mi? Tatlı tabaklarını salona götürmesi gerektiğini hatırladı. İki ayağı bir pabuca girdi yine. Mutfakta anılar dadanmıştı zihnine. Masada kahkahalar yükseldi o sürede. Ahmet’in balıkçılığından söz ediyordu Suna Hanım. Olta takımını Yelken Kulubü’ne her gelişinde yanında getirirdi de oltayı hiç attı mı denize diye bir sor. Heves eder öyle her şeye. Yatı aldı, çürümeye terk edecek iki yıldır. Ahmet yazın Boğaz turu yaptıklarını anımsattı gülerek. Büyükada’daki koyda gecelediklerini anlatıyordu o sırada. Senin rakıyı damacanayla taşımıştık güverteye hani. O gece sen evde kal demişti Suna Hanım Gökçen’e. Deniz tutuyormuş seni, hem de evde şu sevdiğin diziyi Özbekçe seslendirmeyle izlersin, demişti. Alay ederdi arada Özbekçe konuştuğunda sık sık. Rähmät, yaxşimän diyordunuz değil mi teşekkürler, iyiyim yerine demek! Suna Hanım’ın Özbekçe cümleleri söylerken nasıl zorlandığını fark etti. Gülmemeye çalışıyordu o halini gördüğünde. Rähmät, öyle söylenmez abla, diye düzeltmeye çalıştı kadını.
Denize gitmiş miydi hiç? Aral’a götürmüştü bir zamanlar Korkut. Deniz kadar kocaman ve maviydi. Fergana Vadisi’ndeki açlık bozkırları bir deniz gibi göründü gözüne ardından. Topraktan bir deniz. Eskiden birer denizmiş o topraklar. Nuh’un gemisine binen onca hayvan, Adem ve Havva’yı düşledi bir an. Rahmetli anası hikâyeler anlatmayı severdi zaten. Sular çekilmeden önce, diye geçirdi içinden. Şu Boğaz’da her hafta sonu yüzerdik çocukken hatırlar mısın Suna, diye seslendi Nuray. Kız yaşımı mı ortaya çıkaracaksın diye tersledi bir an Suna. Fi tarihinde girmiştik marinada ama fi tarihinde…
Tabakları toplarken Suna’nın zil zurna olduğunu fark etti. Konuklar gidince sızar yatağında birazdan. Masayı toplamalı herkes gidince. Kız arayacaktı akşam zaten. Gönderdiği kıyafetler eski modaymış dediğine göre. Öyle geniş kol switshirt giymiyormuş Taşkent’te genç kızlar. Ben çarşıda bakarım istediğin jean var mı demişti o da kırık sözcüklerle. Baban çalışıyor mu diye soracaktı kıza. Parayı senin hesaba yatırayım kızım bundan sonra, ne olur ne olmaz, hesap aç bankada e mi, diye tembih edecekti.
Suna uyumuştu çoktan. Tabakların bir kısmını elde yıkamalı, bulaşık makinesini de çalıştıracaktı. Televizyondan gelen şarkıyı mırıldanmaya başladı makineyi doldururken. Gözlerinde yaş birikti o sırada. Kızını özlemişti besbelli. Demek makyaj yapmayı öğretti Suna Hanım. Ben geleyim söz seni yirmi yaş gençleştireceğim anne. Beni deneğin mi yapacaksın kız makyaj yapacağım diye, eğlendiğini anımsadı en son konuşmalarında. Şarkı mırıltılarıyla çıktı dudağından.
“Ne qilay man dili bemor (Ne edeyim ben gönlü hasta)
Mani sevmas u go'zal yor (Beni sevmez o güzel yar)
Bilmadim kimda ko'ngli bor (Bilmedim kimde gönlü var)
Mani sevmas u go'zal yor (Beni sevmez o güzel yar)”
Ezgi yayıldı evin içinde, Taşkent’in sokaklarında bir gölgeye döndü sanki. Demek ki anılar doluşmuştu eve.